Üç Büyük Kürt Katliamcısı: Humeynî, Stalin ve Kemal Atatürk







İslam Milletleri ne çektiyse AB-D ve Rusya’nın başını çektiği Batıdan ve İran’ın güttüğü Farisi Acem’den çekti. Biri dıştan düşmanlık ederken diğeri içten hançerlemekle meşgul oldu. İslâm’ın Allah Resulünün dilinden yaygınlaşmasından bu güne değişen pek bir şey olmadı. Her iki kutupta kendilerini büyük bir yenilgiye uğratan, kurdukları imparatorlukları tarih sahnesinden silen bu dine ve onun samimi ve sadık bağlılarına her daim düşman oldular, düşmanlık ettiler. Maskeler ve coğrafyalar değişse de hedefleri ve kullandıkları “fitne, fesat, iftira, katliam” dolu metodları değişmedi. İçerden devşirdikleri işbirlikçileri aracılığı ile yalan haber, dedikodu ve sinsi suikastlar ve kundaklamalar ile kişileri, aileleri, cemiyetleri ve kavimleri birbirine düşürmek… Ne kadar başarılı olduklarından ziyade ne kadar çok sayıda gerçekleştirdikleri ve hedeflerde açtıkları gediğin çapı önemlidir onlar için. İki yüz yıl öncesine kadar bu tür fesat hareketleri “fikir ve onun emrinde kol” neticesi disiplinli, tutarlı ve güçlü bir şekilde imha ediliyor, etkisiz hale getiriliyordu. Ancak Batı’nın güçlenip İslâm dünyasının zayıflaması ile birlikte daha önce “hesaba gelmez” fikirler ve şahıslar palazlandırılıp İslâm coğrafyasının içine bir bomba gibi salındı.

Yine kadim düşman Farisî İran fırsattan istifade Ehli Sünnet Ve’l Cemaat üzere devlet ikâme etmiş bütün milletlere kan kusmaya, iğrenç iftira ve tuzaklar ile İslâm bölgelerini işgal etmeye başladı… Her iki cephede İslâm Dünyası’nın kanını bir vampir gibi emme yarışına girdiler. Dün Fatımiler Kudüs Fatihi Selahaddin’i altetmek için nasıl Haçlılarla işbirliği yaptılarsa bugünde aynı fikrin ve soyun devamı İranlılar onu yapmakta ve Batı ile birlik olup İslâm Milletini arkadan hançerlemektedir. Yine Rusya, sözde “halkların kardeşliği” üst kimliği ile hareket ettiğini iddia eden ancak içinde Kürtlerin ve Türklerinde bulunduğu 100 milyonun üzerinde insanı katleden bir o kadarını sürgün eden, milyonlarca kadın ve çocuğa tecavüzü kolaylaştıran, idaresine aldığı milletlerin mülklerini elinden aldığı yetmezmiş gibi beyinlerine ipotek koyan “Marksizm-Sosyalizm-Lenin-Stalin” kadroları… Kürdün canı ençok bunlardan yanmıştır.



Stalin’den Kürtlere Katliam ve İhanet



Stalin’in 1935’lerde asimilasyon amaçlı aldığı demografik düzenleme kararının ardından Kasım ayında Sovyet orduları Güney Kafkasya sınırlarındaki Eres ırmağı kıyılarından Karankayanski bölerinde bulunan Kürt köyleri ile Nahcivan’da ki 12 Kürt köyünün etrafını sarar. Sovyet birlikleri, Kürt köylülerin birkaç saat içinde evlerinden çıkıp köy meydanlarında toplanmalarını ister. Sadece giysileri ve çocuklarını alabilen Kürtler, askerler eşliğinde hayvan taşınan yük trenlerine bindirilerek gönderilir. Yollarda soğuk ve açlıkla boğuşan Kürtlerin bekletildikleri istasyonlarda bile trenlerden inmelerine izin verilmez. Soğuk ve açlıktan ölenler ise bir çöp gibi trenlerden atılıyor, istasyonlardaki temizlik görevlileri tarafından götürülüyordu. Güney Kafkasya sınırlarından Kazakistan’a normalde 3 gün sürmesi gereken yolculuk, sağ kalanlarla ancak bir ay içinde tamamlanabilir ve Kürtçe’den başka dil bilmeyen Kürtlerin toplu yaşamına izin verilmez. Kürtler 110 ayrı bölgeye dağıtılır ve çok uzun süre yerleştirildikleri köy ve kasabaların dışına çıkışları yasaklanır. Yaşana sürgün-tehcir sonrası 30 bin Kürt’ten sadece 2 bin 400 Kürt kalmıştı. O günlerde sürgün sırasında ölenler kadar ayrı bölgelere düşerek yakınlarını ve ailelerini kaybeden Kürtlerin durumu da bir trajediydi...

Elbette “Halkların kardeşliği” sloganı ile hareket eden Marksistler bu acıyı anlayamaz yahud ideolojik kalıplarının dışına çıkamadıkları için “Stalin gibi bir Kürt katiline” şiirler dizebilirler. Ama 1944’te ki binlerce kişinin yolda öldüğü ve kaybolduğu ikinci sürgün-tehcire gönderilen Türkiye Gürcistan arasında yaşayan Kürtler inançlarına ters düştüğü için Sovyet iktidarını ve Sosyalizm dairesine girmediklerinde Stalin ve kadrosu tarafından bir kez daha cezalandırılır ve bugün Kazakistan’a denilen yere sürgün-tehcih edilir.

Korkunç şeyler oldu tarihte. Birileri bunu maskelemeye çalışıyor ve bunu yaparken “Antikapitalizm, zulme karşı çıkış marksizmle mümkündür” afyonunu kullanıyor. Evet, hakikat ayniyle şu, kapitalistler ve sermaye sahipleri kitleleri uyutmak ve gerçek hedeflerine varmasını engellemek için “Marksizm Afyonu”nu kullanmaktadır. Çünkü teklif ettiği hiçbir fikir ve nizam olmayan bu tür görüşler, muhalif unsurlar olarak asılın önünde en büyük engel olarak duracak ve milletin gazı bu vesileyle alınmış ve gerçek iktidara kapı aralayan fikirlerinde önü kesilmiş olacaktır. Bu durumun en görünür hali DEMOKRASİ”dir. Komünistle kapitalist, faşistle sahte dindar, diktatör ile feodalite ne hikmetse demokraside hem fikirdir. Ve her biri kendi fitne, fesat ve katliamını “günümüzde” bu şeytanî sistemle Ehl’i İslâm’ın kalbine soktular. Ve yine aynı rejimin süslü cümleleri ile katliamlarını gözden tutmaya yahud kabul edilebilir hale getirmeye çalıştılar. Ancak tarih bir kez kaydını düştü ve üzerlerinden baskılar kalktıkça geleceğin tarihçileri, gerçekleri daha açık ve saf haliyle yazdıklarında insanlık bir kez daha utanacak ve bu katliamcıları, bu soykırımcıları, bu üç günlük iktidar için çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden öldürenleri lanetle anacaktır. Başlığımızda adları geçenlerin dışında belki onlardan daha şiddetli ve çok sayıda Kürd’ü katletmiş, Kürt katliamlarına ortak olmuş devlet ve şahıslarda vardır. Bunlardan üç-dört tanesi oldukça mühimdir; İsrail, ABD, İngiltere ve Ermenistan.




İlk üçü aynı zamanda modern zamanların büyük soykırım üstadı ve fesatçısı olarak, insanlık tarihini barbarlık ölçülerini aşacak derecede ilgiyle tarihe geçmişlerdir. Ermenistan’ın ise Kürt katliamları, asimilasyonları, sürgünleri ve Kürtleri tehcir edişi yüzlerce misali ile tarihte kayıtlıdır.




Humeyni’den Kürtlere Katliam ve İhanet


Türk, Kürd, Arab, Kafkas bütün İslâm İnkılâpçılarının üzerinde hem fikir oldukları bir şey var; 1979’da İran’da gerçek bir İslâm inkılâbı değil mezhebi taassubun zirve yaptığı bir şia devrimi olmuştur. Olur veya olmaz bu yazıda derdimiz orası değil…

Devrim öncesi hazırlık aşamalarında ve cephe cephe mücadele sahalarında Humeyni ve kadrosunun Kürtlerle girdiği işbirliğine ve devrim sonrası ihanet etmesine, hatta daha ileri gidip binlerce Kürdü katletmesine, on binlercesini cezaevlerine tıkıp tutsak almasına ve yüz binin üzerinde Kürdü ise sürgün etmesine dair tarihi kayıtları değerlendirmek, mevzuumuz bu… Tarih, yeni hatalara düşmemek için ders verir. O açıdan hiçbir kaydın üstü örtülmemeli ve hiçbir şey unutulmamalı… Tıpkı Mahabad Cumhuriyeti ve Kadı Muhammed gibi. Onun dedikleri unutulmuş olmalı ki bir kez daha Farisi-Acem tuzağına düşüldü. Hatırlayalım Kadı Muhammed ne demişti. 1947’de idam edilmeden önceki vasiyetinden Kürt halkının düşmanları içinde en zalimi, en mel'unu, en Tanrı tanımazı, en acımasızı Acem (İran)'dır. (İran) Kürtlere yönelik her türlü suçu işlemekten geri kalmaz, tüm tarihi boyunca Kürtlere düşman olmuş, kin gütmüştür, gütmektedir.(…)Acemlerin yalan vaatlerine, sözlerine kanmayın, eğer Kur’ana bin kez el basıp söz verse de amacı sizi kandırmaktır, hile yapmaktır.”

Ancak Kürtlerden bir kesim tarihten ders almamış olacak ki Humeyni, her zamanki Acem oyunu ile İran’daki Müslüman Kürtleri tuzağa çekiyor, kullanıyor ve işi bitince de katlediyor.



1979 İran Devrimi… Ahmet Müftizade Sünnilerin yaşadığı Kürdistan bölgesinde hizmet verirken Humeyni de Şiilerin bölgesinde hizmet veriyordu. Her iki lider, şah rejiminden sonra federal yapı üzerinde anlaşmaya imza attılar. Şah rejimi yıkıldıktan sonra her şeyin Anayasaya yazılacağı ve İran’da yaşayan etnik halkların bütün talepleri karşılanacağı beklentisi söz konusu idi. O dönemde bütün dünya Müslümanları, bu oluşumu çok merak ediyordu. Çünkü İslam âlemi için bir örnek oluşturacaktı. Şah rejimi yıkıldıktan sonra Humeyni ve Şii yandaşları Ahmed Müftizade’ye dediler ki: “Anlaşmalarımızdaki konuları ihtiva eden anayasayı ilan edeceğiz fakat bu bazı kişilerin hoşuna gitmeyebilir. Halkın elinde bir sürü silah var. Humeyni Şia’ya silahlarını teslim etmeleri için fetva çıkaracak. Sen de Sünni Kürtlerin silahlarını teslim etmeleri için Fetva çıkartacaksın.” Bu arada Cumhurbaşkanı Beni Sadr’ın Müşaviri Dr. Muzaffer Partomah RA (öl.2006, PİK’in başkanlığını yaptı) bu konuda Müftizade’yi uyarmaktan geri durmadı: “ Aman bu fetvayı çıkartma.  Farisi ırkçılarına güven olmaz. Her zaman Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ettikten sonra Kürtlere ihanet ettiler. Tarihimiz bunun örnekleriyle doludur”. Şeyh Ahmed Müftizade ise bütün ısrarlara rağmen, “hareketi birlikte başlattık bana ihanet etmezler” diyerek fetvayı yayındı. Kürtler de kendisine çok güvendikleri için sosyalistler hariç silahlarını teslim ettiler. Kürdlerin silahlarını teslim ettiklerini gören yetkililer, Anayasayı 01 Nisan 1979 tarihinde ilan ettiler. İş öyle hızlı ilerledi ki, Anayasa’nın çoğu maddeleri henüz belli bile değildi. Müftizade, anlaşmanın hiç bir maddesinin anayasaya konulmadığını ve oyuna getirildiğinin farkına varmış ancak artık çok geç olmuştu. İranlı Kürdler hiçbir hak taleplerinin Anayasa’ya alınmadığını görünce, başını Nasır Sübhani ve Ahmet Müftizadenin kurduğu Mekteb-i Kur’an adlı Sunni örgüt olmak üzere, IKDP ve Komala’nın çektiği örgütler vasıtasıyla “İran’ın hazırladığı Anayasa Referandumu”na katılmazlar. Bunun üzerine Humeyni bu örgütleri yasadışı ve Allah düşmanı ilan eder.

Ahmed Müftizade Sanandaç şehrine döner fakat onu hemen hapse alırlar ve 20 Nisan Kürdistan’a Hücüm emri verilir. Ancak çatışmalar Kürtler lehine gelişince Humeyni 5 Eylül’de daha güçlü bir saldırı başlatır. İran hava kuvvetlerince birçok yerleşim yeri bombalanır ve bugün Suriye’de yaşananın bir benzeri İranda yaşanır ve binlerce kişi katledilir. Şeyh Ahmed Müftizade 12 seneliğine hapse mahkûm edilir ve tuvalet ebatındaki bir küçük hücreye konulur. Şiddetli İşkenceye tabi tutulan Müftizade’nin bu hücrede kemikleri kırılmış ve gözleri göremez olmuştu. İçerde ölmemesi için 7 sene sonra hapisten salıverilir. Hapisten çıktıktan iki hafta sonrada 1993’te Hakkın rahmetine kavuşur. Mekteb-i Kur’an ise halen Ehli Sünnet Ve’l Cemaat çizgisinde halen mücadele etmekte olup lideri Hasan Emini’dir

Aynı dönemde Dr. Abdurrahman Qasımlo’da Acem hilesi ile katledilenler arasındadır. Qasımlo’nun ve örgütünün hikâyesi kısaca şöyle; Humeyni’nin başında bulunduğu siyasi örgütlerle aynı hedefe karşı mücadele veren Qasımlo 1979 devriminden sonra Kürtlerin savaş öncesi konuşulan ve üzerinde anlaşmaya varılan haklarını talep eder. Ancak ilan edilen Anayasada buna yer yoktur ve İKDP Komala ile ortak hareket ederek 1979’dan 1984’e kadar silahlı mücadele yürütür. Binlerce ölümü ile biten savaş sonrası Qasımlo ve örgüt üyeleri dağlara çekilir ve 1988 kadar süren bir gerilla savaşı başlatır. İran müzakereye davet Qasımloyu ilk müzakere Aralık 1998’de Viyana da gerçekleşir. İran Kürt özerkliğini prensipte kabul ettiğini söyler ve 20 Ocak 1989’da karara bağlayalım der. Görüşmeye üç arkadaşıyla giden Qasımlo İran’ın fikrinin değiştiğini görünce müzakereleri bırakır. Anca 12 Temmuzda bir kez daha davet edilir. İlk günü iyi geçen görüşmelerin ikinci gününde Qasımlo ve iki yardımcısı müzakere masasında yakın mesafeden sıkılan kurşunlarla öldürülür. Kürt liderler bir kez daha İran-Acem oyunuyla bertaraf edilir.


 



Kemalizm’den Kürtlere Katliam ve İhanet

Ve O, Kemalizm’in mimarlarından, Dersim’den Ağrı isyanına, Şeyh Said Kıyamından Menemene, İstiklal Mahkemelerinin katliamlarından sürgünlere-tehcirlere her birinin altında O’nun imzası ve adı var…

Bu dönemde Türkçülüğü maske edinen Siyonist-Haçlı yanlısı iktidar, elde ettiği gücü, Türk-Kürd-Arap-Çerkez-Ermeni fark etmeden herkesin üstüne bir fesat yağmuru gibi boşaltıyordu… Anadolu Halkını Siyonist-Haçlı idealleri doğrultusunda terbiye etmek eğitmek gerekiyordu. Bu açıdan yalan yanlış uydurma senaryolar ile milletin üstüne gidiliyor, çeteler oluşturup provakatif girişimlerde bulunuluyor ve ardından mitralyözlerle, tayyarelerle, toplarla silahsız masum insanlar katliama tabi tutuluyordu. O dönem çıkarılan ve olan bitenin çapını göstermesi açısından mühim kanun vardır. 1930 tarihli 1850 sayılı yasanın birinci maddesi aynen şöyledir. “20 Haziran 1930'dan 10 Aralık 1930'a kadar, devlet ya da vilayet temsilcileri, askeri ya da sivil yetkililer, jandarma ya da korucular ya da üst makamlara yardım eden veya tek başlarına hareket eden siviller tarafından, Erzincan Vilayeti'ndeki Pülümür ve Birinci Müfettişlik bölgesi dâhil olmak üzere, Erciş, Zilan, Ağrı Dağı ve çevreleyen bölgelerde meydana gelen isyanların takibi ve bastırılması sırasında tek başına ya da topluca işlenen cinayetler ve diğer eylemler suç olarak görülmeyecektir.” Bu şu demektir; imha et, kimi bulursan ve ne şekilde olursa olsun imha et, devlet senden hesap sormayacak.

On binlerce Kürd’ün öldürüldüğü ve sürüldüğü imha hareketlerinden bir kaçı şunlardır:
1924 yılında Hakkâri’de “Nasturi İsyanı”na, 1925 yılında Diyarbakır, Kulp, Varto, Bingöl ve Çapakçur’da çıkan “Şeyh Sait İsyanı”na, 1926 yılında Hakkari’de başlayan “Beytüşşebap İsyanı”na , 1927 yılında Bitlis’te meydana gelen “Mutki İsyanı”na, 1927 yılında Hani, Lice ve Kulp’ta ortaya çıkan “Bicar İsyanı”na, 1930 yılında Tendürek, Muratbaşı ve Erciş’te çıkan “Zeylan İsyanı”na, Mayıs 1926, Eylül 1927, Eylül 1930 yılında büyük acılara neden olmuş Ağrı İsyanları’na, Mart-Ekim 1937 Haziran-Ağustos 1938 yılında katliam sınırlarını aşan “Tunceli-Dersim İsyanları”na düzenlenen sindirme ve itlaf etme hareketleri tarihe bir kara leke olarak geçmiştir.



Nihai sözümüz; Kürd, artık aldanmamalıdır. Küfür sistemlerinin sultasından kendini kurtarmalı, etrafında dönen dolapları görmeli ve biran önce İslâm Akaidine ve yaşam biçimine uygun olarak yepyeni bir ideolojiyle zuhur etmelidir. Hali hazırda Kürtlerin büyük bir kısmı Ehli Sünnet Ve’l cemaat çizgizinden zerre taviz vermeksizin mücadele etmektedir zaten. Bizim sözümü yabanıl idelojiler ve batıl itikatler ile Kürd’ün zihin dünyasını ve mücadele tarihini kirletmek isteyenleredir. Yoksa Acemin iblisce oyunu, Rus’un barbarlık telkini ideolojisi ve Kemalizm’in vesayet rejimi, her defasında aynı delikten Kürtleri ısırmaya devam edecek.

ADIMLAR - "PANİK OPERASYONU” – NECİP FAZIL’I ANMA - 1991



ADIMLAR
"1974'DEN 1996'YA"

Salih Mirzabeyoğlu - 1991 



"PANİK OPERASYONU” – NECİP FAZIL’I ANMA





DEDİ Biliyorsunuz bu haftaki dergimizi, “Necip Fazıl Özel Sayısı” olarak tertib ediyoruz... Bahis Necip Fazıl olunca da, tabiî olarak söz Salih Mirzabeyoğlu’nun!.. Sohbetimize başlamadan önce, okuyucularımıza Cezaevi’nden çıkışınızı da hatırlatmak üzere “geçmiş olsun!” diyoruz. Bu mevzuda neler söyleyeceksiniz?..

DEDİM Hâdisenin dış yüzüne hikâye etmek uzun sürer... İçyüzüne gelince: Allah, isterse Kâinat’ı bir sineğin kanatlarında da taşıtır hikmetinin tecellisi hâlinde, düşman ve münafık elinde, onların “engelliyorum!” zannı içinde, İBDA fikriyatının muhteşem bir hurucudur!.. “İBDA, hâdiselerin kendisini takip ettiği bir ruh ve keyfiyet mihrakıdır!” hükmünü bir kere daha delillendiren bir dava!.. Görüldü ki, bize karşı girişilen provokasyonlar, ateş üzerine benzinle gitmek gibi bir tesir yapar!.. Üstadım’ın gözleriyle hâdiseyi değerlendirdiğim zaman, söylenecek tek söz şudur: “İşte şimdi ocak kızıştı!”... Biliyorsunuz Allah Resûlü, Huneyn gazasında İslâm ordusunun bir ânlık dağılışını tek başına ileri atılışla taarruza döndürürken böyle demişti... “İşte şimdi ocak kızıştı!”... Kendisine yapılacak işkence sırasını beklerken, “Kumandan’a işkence yapıyorlar!” diye ağlayan gençleri görünce, kalbime taşkın bir heyecanla bu mâna dolmuştu... Üstadım, orada arkadaşlarımın ve gençlerin gösterdiği vakar ve aşk tavrını görseydi, ne kadar gurur duyardı... Elbette gördü!..


DEDİ Orada başka ne gibi tesbitleriniz oldu?..

DEDİM Bahsimiz Necip Fazıl... Şimdi Büyük Doğu idealinden, cemiyet ve insan anlayışından birkaç madde işaretlemem, uçurumun dibinde yaşayan insan ve cemiyet iklimimize, dağın doruğunu hayâl ettirebilir... Büyük Doğu idealinde, “saadetini ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını bulmakta arayan polis”: Yâni, meslekî başarı cehdiyle suç icadına varan ve işkencelerden geçirdiği yüzde doksanı suçsuz insanları kendine düşman eden, yakaladığı adamın suçsuzluğundan dolayı üzülen anlayışın tam tersi... Ve Büyük doğu idealinde: “Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hırsız!”... Farkındasınız; bir ifâde çevikliği içinde, hırsızdan bahsederken, polisin ne olması gerektiğini belirtiyor... Sonra da şu: “Polisle korkuttuklarına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yerine, ona hak takipçiliğini telkin eden hükümet!”... ve ekliyor: “Bunlar oldu mu, hükümet tamamdır!”... Bugünkü halimize bakıp, neyin tamam olup neyin tamam olmadığına dair bir hüküm çıkarabiliriz!..



DEDİ Hâdiseler sizi yıldırmaktan çok, coşturmuşa benziyor...

DEDİM İlâhi hikmetlere göz atmayı bilmek lâzım... Allah, nelerin içinde ne imkânlar sunar, neleri nelere vesile eder... Meselâ, Irak ve Batı dünyası arasındaki Körfez savaşında olduğu gibi, gebe olduğu hâdiseler zemini bakımından, mağlubiyetten beter zarara yol açan galibiyetler vardır... Ve yine mahkûm ve mağdur durumlar vardır ki, içinde en büyük zafer tohumları saklar!..



DEDİ Bu söz bana, Üstadımızın sizin hakkınızdaki ısrarını hatırlattı... Kendisi de münafık ve kâfir soyuyla ademe mahkûm edilmeye çalışılmış Üstadımız, size ısrarla “görünmen lâzım!” demişti... Okuyucularımıza, sizinle röportaj yapan Yalçın Turgut olarak kendimi ifşâ ettikten sonra, bu sözün yakın şahitlerinden ve hikmetini ileriki yıllarda daha iyi gören biri olduğumu söylemeliyim... Bir nevî, kim ne hainlik ve hased tavrı içinde olursa olsun, İBDA’nın önlenemez yükselişi sözkonusu oldu... “Doğru yol” anlayışı hâlinde İslâm’ın!..

DEDİM Güzel bir teşhis; “doğru yol”... Necip Fazıl bu demektir zaten: İdeali aramayla – toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını, hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... “İslâma muhatab anlayış”ın, aşkını, vecdini, diyalektiğini ve estetiğini örgüleştiren adam... Bir sanat adamı olarak, şu sözümden ayrıca zevk duymalısın: “Şair her yerde demektir!”... Şairin mânâlarından biri de bu!..



DEDİ “İslâma muhatab anlayış” davası ile şu “şiir idrakı” üzerinde biraz dursanız...

DEDİMÖnce şöyle formüle edeyim... Mücerret mânâda “ilim”, “bilme” demektir... “Bilme”nin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve kavrayışta... Bunun uç noktasında da “şiir idrakı” var... Ve insanın bilgilenme süreciyle eşdeğer olan hürriyetin sonsuzluğunca sonsuz hayret!.. Bu dilden anlayan adam, “İslâma muhatab anlayış” davasını da anlar, “ehli sünnet yolu” davasını da anlar!..



DEDİKısa kısa işaretler verseniz...

DEDİMPek çok şey ezbere bilindiği için, esasına vakıf olunmadan ezbere cinsinden konuşuluyor... Bu yüzden de İmam-ı Gazalî Hazretlerinin söylediği, “insan, bilmediği şeyin düşmanıdır!” hikmeti çerçevesinde, bir nevî hakikat ve hikmet düşmanlığı tecelli ediyor... Önce, “İslâm selâmet dinidir!” derken, felâh, yâni kurtuluşun, “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” mânâsına geldiğini anlamak lâzım... Zaten “Sûre” de, usûlünce gittikçe, muhatab idraka nisbetle kendini ele veren sonsuz mânânın kelâm klişesinde hapsidir... “Fıkıh” da, kapalı bir şeyin hakikatine nüfûz edebilmenin usûlü; bugün bilinen veya bilindiği zannedilen mezheb ve ilim hakikatinden önce, mücerret mânâsıyla “idrak ve anlayış” demektir... İdrak ve anlayışın bu gayeyle ölçülendirdiği usûl... Demek ki, bugünün anlaşıldığı mânâsıyla fıkıh, genel anlamının yanında hususîleştirilmiştir... Bahsimiz Necip Fazıl ve usûlümüz de vesilelerle mesele konuşmak olduğuna göre, şurada çıkardığım notlarda bunun üzerinde durayım isterseniz... Bilmem okumam gerekir mi?.. İsterseniz notları alın, kaset çözümünde yerine koyun... İsterseniz bir işaretle geçeyim bu bahsi... Okuyayım mı?..




DEDİ Çok faydalı olur... Zaten bizim gayemiz de, soylu bir zeminde Üstadımızı anmak, yoksa ölü ağlayıcılarına mahsus bir yerde konuşmak değil...

DEDİMBugün kim “Fürû-u fıkıh”ın inceliklerini bilir ve onlarla meşgul olursa, ona “fakih” derler. Halbuki Birinci Asırda, ahiret yolu ve “nefsin ayetlerinin incelikleri bilgileriyle” amelleri bozan şeyleri bilmeye, dünyalığa kıymet vermeyip – ahiret nimetlerine bağlanmaya ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına “Fıkıh ilmi” denirdi... Nitekim Allah, şu Ayet’te bunu açıkça göstermektedir:

"Dinde fakih olup, kavim ve kabileleri döndüğü zaman, onları korkutmaları için.”
Korkutmak kendisiyle mümkün olan; işte bu fıkıhtır... Yoksa “talâk, itak, li’an, selem ve icare” meselelerini bilmek değildir; çünkü bu meselelerle ne çekindirme ve ne de korkutma olur. Belki yalnız bunlarla uğraşmak, kalbin korkusunu azaltır ve kalbi karartır; nitekim bunlarla uğraşanlarda olduğu gibi... Bu gibiler hakkında Allah şöyle buyuruyor:

-"Onlar için kalbler var ki, o kalblerle anlamazlar."

Buradaki "fıkh” kelimesinden, “fetvaları anlamazlar” değil, imânın ne demek olduğunu anlamazlar mânâsı murad edilmiştir. Ömrüme yemin ederim ki, “fıkh” ve “fehm-anlayış” kelimesinin ikisi de lûgatta bir mânâdadır. Araplar arasında eski ve yeni şivelerde ikisi de bir mânâda konuşulur:

- "Bu ise, anlayışlı bir kavim olmadıklarındandır.” (59-Haşr:3)

Allah’tan korkularının azlığı ve insanların saldırılarını büyütmeleri, fıkıh azlıklarına havâle ediliyor. Bak bakalım, bunların “fakih” olmamaları, fetvaların çeşitlerini bilmedikleri için mi, yoksa bizim anlattığımızı bilmedikleri için midir?.. Peygamber Efendimiz kendisini ziyârete gelen bir cemaat hakkında fıkıh meselelerini değil, imân, amel ve ahlâk esaslarını öğrenmelerini ve iyi hasletlerini anlatmaları üzerine, “Âlimdirler, hakîmdirler, fakihdirler!” buyurmuştur; halbuki bunların hiçbiri diğer mânâda fıkıh meselelerini bilmezlerdi. Zührî Kabilesi’nden İbrahim oğlu Sâd’a (R.A.), “hangi şehir halkı fakihtir?” diye soruldukta, “Allah’tan daha çok korkan!” diye cevab vermekle, fıkhın neticesine işaret etmiştir. Çünkü ilmin bâtınî neticesi fetva hükümleri değil, takvadır.



DEDİ Sanıyorum, Üstadımızın şiirindeki “korku” motifinin anlaşılması gereken yönleri burada... Şu mezhebler meselesine de temas etseniz...

DEDİM Evet; İmamı-ı Gazâlî’den çıkardığım bu notta, Üstadım’ın şiirine hâkim olan korku ve hafakan sırrı da görünüyor... “Benim şiirimdeki korku, öcü ve umacı korkusu değil ki; gaibi kurcalamak?” diyordu ya... Tabiî o böyle diyedursun, “Necip Fazıl’ın şiirlerine korku ve hafakan hâkimdir; halbuki filânca, kasabadan temiz hava getirdi!” diye değerlendiriliyordu... Onun şiirlerinde, “otel odaları, dehlizler”den filân bahsediyormuş, bir arayış belirtiyormuş, bu bakımdan İslâmî değilmiş... Tabiî ben neyin ne olduğunu anlatınca, herkes küstü!.. Neyse... “İslâma muhatab anlayış”ın bir yönüyle ne olduğu, daha doğrusu ne olmadığı da anlaşıldı sanırım... Meseleler içiçe, biz de kısa kısa işaretlerle geçmek zorundayız... Mezheb; bilindiği üzere, -gerçi pek çok meselede olduğu gibi, ben üzerine büyüteç tutup meçhûlden kurtarmasam bilindiği de yoktu ya-, “yol” ve “zann” demek... Umumiyetle “zan” deyince, işin “ihtimâl” mânâsı anlaşılır da, “kat’iyyet ve şüphesizlik” mânâsı bilinmez... Şöyle bir misâl vereyim: “Zannediyorum ki şu çekmecede kalem var!” desem ve çekmece açılınca orada kalem bulunsa, bu “zan” keyfiyeti kat’iyyet ifâde eder... Hayatın, imkân ve ihtimâllere açılan arazdan yürüdüğü hakikatini bilenler, mezheblerin doğuş hikmetini anlayacakları gibi, zaruretini de kestirirler: Hakikatiyle mezhebler, İslâm’a muhatab anlayışın doğru yolu üzerinde, esasta değil de, “esası zedelemeyici” bir takım teferruat noktalarında ve “rahmete vesile ihtilâf sırrı” içinde farklılık gösterirken, farklılıklarında birbirlerine halef olucu ve iltica edici geçit noktaları bulan bir birlik arzederler... Alevîlik ise, bu mânâda bir mezheb değil, sapık bir koldur... Hazret-i Ali’yi sevme zannı etrafında, gerçekte sahabeye ve Hazret-i Ali’nin hakikatine ihânet içinde bulunan bir zümre; ruhî gıdaları da Rahmanî değil, Şeytanî... Üstadım’ın güzel bir misâli var: “Hazret-i Ali sevgisi, Sünnet ve Cemaat ehli ölçüsüne bağlıdır; ve tıpkı Musa ve İsâ Peygamberlerin gerçek kıymet ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin; bunu Yahudiler’de ve Hıristiyanlar’da bulmak yerine İslâm’da görmek mevkiinde olmaları gibi!”... Bu incelikler çerçevesinde, Büyük Doğu’nun kendisini izâhını, benim ağzımdan röportajın sonuna koyarsınız...






DEDİ Müsaade ederseniz, Üstad’ın “Büyük Doğu”yu tanımlaması sohbetimizin de noktalanması olsun...

DEDİM(Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezheb, ne de yeni bir içtihad kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifâdelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı.)


1991

Geleneğin İcadı: Newroz ve Nevruz

Geleneğin İcadı: Newroz ve Nevruz


İstanbul'da Devlet Erkânı Newroz'u Kutluyor!İstanbul'da Devlet Erkânı Newroz'u Kutluyor!
Bir yandan PKK'nın diğer yandan da devletin sahip çıktığı "Newroz-Nevruz"'un ne olup olmadığını Taraf Gazetesi'nden Ayşe Hür yazmış.
1990’lı yıllardan beri Türk milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliğinin “üvey evladı” olan Kürt milliyetçiliği arasındaki ideolojik (ve giderek fiziki) savaşın alanlarından biri Newroz/ Nevruz kutlamaları. Sözcüğün yazılış şekli bile ideolojik savaşın tezahürleri arasında. (Benzer bir savaş “Pe Ka Ka” ve “Pe Ke Ke” söyleyişleri arasında sürüyor.) Kürt milliyetçiliği Newroz’un “aslında bir Kürt bayramı”, Türk milliyetçiliği ise “aslında bir Türk bayramı” olduğunu ispatlamaya çalışıyor. İş bununla kalmıyor. Bazı yıllarda olduğu gibi Newroz kutlamaları sırasında, yakıp yıkmalar, yaralanmalar, hatta ölümler oluyor. Bu yıl da zorlu geçeceğe benziyor. Çünkü ben bu yazıyı yazarken hükümet, BDP’lilerin Newroz’u 18 mart pazar günü kutlama taleplerini geri çevirmişti. Kürt tarafı da Newroz’u nasıl ve ne zaman kutlayacağını açıklamamıştı. Dilerim, siz bu yazıyı okurken Türkiye’nin dört bir yanından çatışma değil şenlik haberleri geliyordur.

Gündönümü şenlikleri

Newroz/ Nevruz Farsçada “yeni gün” (Nev= yeni, roz= gün) anlamına geliyor. Çeşitli Orta Asya dillerinde ufak tefek farklılıklarla (Noruz, Noruz, Naras, vb.) karşımıza çıkan Newroz, gece ile gündüzün eşit olduğu ilkbahar gündönümünün (ekinoks) ilk günü, yani 21 mart günüdür. Eskiden pek çok kültürde 21 mart yılbaşı günü sayılırdı. Örneğin Babillilerin Akitu bayramı, Hititlerin Purulliyas festivali bir çeşit “Newroz” töreni idi. Daha yakın yüzyıllarda özellikle tarım topluluklarının “yeni yıl” başlangıcıdır. Bugün İran’da, Afganistan’da, Azerbaycan’da ve pek çok Orta Asya (Türkî) devletinde yeni yıl 21 martta başlar. Zerdüştlerde, Alevilerde, Bahaîlerde Newroz kutsal gündür. Ama “Newroz”u 12 martta, 20 nisanda kutlayan topluluklar da var. Dahası, bazı kültürlerde “ilkbahar gündönümü” (21 mart) ile “sonbahar gündönümü” (23 eylül) yer değiştirmiş durumda. Kısacası durum karışık.


Firdevsi ve Şehname

Newroz’dan bahseden en önemli metinlerden biri İranlı şair Firdevsi’nin (ö. 1020) Şehname’si. Aruz vezninin “fa’ülün, fa’ülün, fa’ülün, fa’ül” kalıbıyla yazılan 60 bin beyitten oluşan eser, ilk insandan III. Yezdigirt (ö. 651) dönemine kadarki İran tarihini söylence kalıbında aktarır. Eserin konumuzla ilgili olan “Cemşid”, “Dahhâk” ve “Feridun” adlı bölümlerinin özeti şöyle: Cemşîd yedi yüz yıl hüküm sürmüş bir hükümdardır. Cemşid’in tahta çıktığı ve kılıcının bir güneş gibi parladığı gün Newroz diye anılır.
Halkına çok büyük hizmetler yapan Cemşid kendini tanrıyla karşılaştırmaya başlayınca her şey tersine döner. Tanrı Cemşid’in başına bela olarak Dahhâk’ı (Zahhak, Dehak, Dehaq diye de yazılır) gönderir. Zerdüşt inancının kutsal kitabı Avesta’da karşımıza çıkan şeytani varlık Azhi Dahaka’ın izdüşümü olduğu anlaşılan Dahhâk çok zalim biridir. Cemşîd’in koruduğu güneş, Newroz, cem âyinleri, inançları yerine, omzundan yılanlar sarkan, yılanlara tapan ve onlara küçük çocukları kurban vermeyi zorlayan kanlı bir kişiliktir. Adeta iblisin (şeytanın) vücuda gelmiş halidir. Aradan yıllar geçer. Halk Dahhâk’ın zalimliklerinden bezmiştir. Sonunda Gâve (Kave, Kava, Kawa diye de yazılır) adlı demirci Dahhâk’ı alt eder ve Tahran yakınlarındaki Demavend Dağı’na hapseder. Başa Cemşîd’in oğlu Ferîdun geçer. Feridun’un tahta geçmesi olayı Mihrigan (Mihrican) Bayramı ile kutlanır. Mihrigan Bayramı İran güneş takviminde yedinci ay olan ve 23 Eylül-22 Ekim arasını kapsayan “Mihr” ayının 16-21. günlerine denk gelir. Yani Newroz nasıl baharın başlangıcı ise, Mihrigan da sonbaharın başlangıcıdır. Dikkat edileceği gibi Şehname’de Newroz’la Demirci Kawa’nın veya Dahhak’ın ilişkisi yoktur. Yine Şehname’de Demirci Kawa’nın Kürt veya Türk asıllı olduğuna dair bir bilgi de yoktur.


Şeref Han ve Şerefname

Kürt kültüründe Newroz’un izlerini ararsak, ilk ipucunu Şerefname adlı eserde buluruz. İran’da Şah Tahmasp’ın sarayında büyüyen ve Tahmasp tarafından “Kürtlerin Emiri” unvanı verilen Bitlisli Şeref Han, merkezî devletin Kürt topluluklarını yerleşik hayata geçmeye zorladığı yıl olan 1597’de kaleme aldığı Şerefname adlı eserinde Kürtlerden, Kürtlerin ülkesinden ve Dahhâk’tan söz edilir. Şeref Han şunları söyler: “Kürtlerin aslı ve çok olan toplulukları konusunda çeşitli sözler ve rivayetler vardır. Bu rivayetlerden biri, bazılarının öne sürdükleri gibi şudur: Kürtler, beyinlerinin alınıp Dahhâk (Bivrasb)’ın iki omuzu üzerinde meydana gelen kansere benzer bir çıbana sürülmesi için öldürülmekten, boğazlanmaktan, başları kesilmekten kaçarak dağlara ve engin yerlere dağılan insanların soyundan gelmişlerdir.” Şeref Han “bir başka hikâyeye göre de” “Kürtlerin şeytani ruhlardan oluşan bir topluluk olduğunu”, “aşırı derece cesur, korkusuz bir topluluk olduğunu” kaydeder. Sonra da ekler: “Hangi rivayet doğrudur, Allah bilir...” Not edelim, Şerefname’de Dahhâk’tan söz edildiği halde Demirci Kawa, Cemşid, Feridun, Newroz ya da Mihrigan’dan söz edilmez.


Ehmedê Xani ve Mem û Zîn

Kürt edebiyatının kurucusu sayılan Ehmedê Xani’nin (Türkçe Ahmede Hani) 1690 yılında kaleme aldığı ve 1450 yıllarında Cizre hükümdarlarından Emir Zeynuddin zamanında geçen olayları anlatan Mem û Zîn adlı eserinde ise şu dizeleri okuruz: “Feleğin dönüşü mavi talihten/ gösterince Newroz’u yeniden/ o kutlu geleneğe göre/ tüm kentliler varıncaya dek askerlere/ terk etti kenti, kaleleri, evleri/ andırarak avcıları ve talancıları/ saf saf tepelere ve ovalara yürüdüler/ .../ Yılbaşına katılan bakireler, delikanlılar/ yüz yaşına varmış erkek ve kocakarılar/ geleneksel yol ve yordamla yılbaşını/ kutladılar, göklere dek yükselterek/ seslerini...” Bu eserde, Newroz’dan söz edildiği halde Cemşid’den, Demirci Kawa’dan veya Dahhak’tan söz edilmez.


Batılı şarkiyatçılar ve İyd-i Kurdî

1907-1909 yılları arasında Kürdistan coğrafyasını ziyaret eden şarkiyatçı, dilbilimci Ely Bannister Soane, İran bölgesindeki Kürtlerin, “Zohak” adlı şeytani bir varlığın soyundan geldiğini anlatan bir Pers söylencesi aktarır. Bu “Zohak”la, Şehname’deki Dahhâk’ın akrabalığı aşikârdır. Ancak Şehname’deki söylencenin diğer unsurlarından bahsetmez yazar. Osmanlı ülkesini ve İran’ı gezen James J. Morier adlı İngiliz diplomat-seyyah, anılarında İran’ın Demavend bölgesinde 31 ağustosta kutlanan Kürt bayramından (İyd-i Kurdî) söz eder. Bu bayramda, Demirci Kawa’nın Dahhâk’ı öldürmesi kutlanmaktadır. Ama bayram ne ilkbahar gündönümüne, ne sonbahar gündönümünde rastlar ki bu gayet ilginçtir.


Kürdistan Teali Cemiyeti ve Jin

Morier’in bahsettiği bu bayram modern anlamda ilk milliyetçi Kürt örgütlerinden olan Kürdistan Teali Cemiyeti’nin 1918-1919 yıllarında yayımlanan yayın organı Jin (Hayat) dergisinde karşımıza çıkar. Derginin Mart 1918 sayısında yazar “bütün milletlerde olduğu gibi Kürtlerin de milli, dinî ve sosyal bazı özel günleri” olduğunu, Kürtlerin milli günlerinin, “Kawe’nin Dehak’ı kırdığı gün olan 31 Tabax (ağustos) ile Selahaddin Eyyübi’nin doğduğu ve tahta çıktığı günler (?)” olduğunu belirtir. Yazar (sadeleştirilmiş dille) şöyle devam eder: “Dinî günlerimiz ise malumdur. Kürdlerin bir de ‘Sersal’ı (yılbaşı) vardır. Bu, Rumi Martın dokuzuncu günüdür [Miladi Takvim’e göre martın 21’i] ki, bu günü Kürdler bayram bilirler, yeni bir hayata başlangıç sayarlar; birbirlerini ziyaret ederler, tebrikleşirler, birbirlerine hediyeler gönderirler...” Görüldüğü gibi, Demirci Kawa “Kürtlerin atasıdır” ama hâlâ bu “milli gün” ile Newroz’un ilişkisi yoktur. Newroz “milli bir gün” değil, “sosyal bir gündür”...


İhsan Nuri ve Kürtlerin Kökeni

Bu iki ayrı olayı tek bir günde birleştirme işini bir başka Kürt milliyetçisi İhsan Nuri üstlenecektir. 1926-1930 yılları arasında Ağrı Dağı’nda bir “Kürt Cumhuriyeti” kurulmasına önderlik eden, Osmanlı Ordusu’nda kurmay binbaşı olarak görev yapan İhsan Nuri, “Ağrı İsyanı”nın Türk ordusu tarafından kanlı biçimde bastırılmasından sonra sığındığı İran’da Kürtlerin Kökeni adlı bir kitap yazar. Kitap 1946’da İran’da Kuhistan gazetesinde tefrika edilir, 1955’te de Farsça basılır.
Yazar İran, Hint, Çin, Yahudi ve Hıristiyan mitolojileri üzerine yaptığı araştırmalardan sonra,Şehname’deki Demirci Kawa efsanesinin, Kürtlerin kökeniyle ilişkili olduğunu, Kawa’nın Dahhak’ı İran takvimine göre “MÖ 612 yılının Ferferdin ayının 1. günü” (yani MÖ 21 Mart 612’de) alt ettiğini” keşfetmiştir. MÖ 612, Kürt tarih yazımında “zalim” olarak geçen Asurların elindeki Ninova şehrinin Kürtlerin atası olduğu ileri sürülen “Ari ırktan” Medler tarafından ele geçirildiği tarihtir. İhsan Nuri’ye göre, Morier’nin Demavend’de tesbit ettiği bayram ise Newroz’dan 20-22 gün önce kutlanan “Tol Hıldan Bayramı”dır. “Tol Hıldan” Kürtçede “intikamını al” anlamına gelir. İhsan Nuri’nin bu yeni bayram için Newroz’dan farklı ama ona yakın bir tarihi uygun görmesinin nedeni, muhtemelen Newroz’un Kürtlerle değil İrani halklarla olan ilişkisini fark etmesi olmalıdır. Ancak İhsan Nuri’nin bu “icadı” çok taraftar bulmaz.


İlk “milli” kutlamalar

1937 yılında, Kızılbaş inancının egemen olduğu Dersim bölgesinde Seyit Rıza’nın adamları, devletin baskıcı yüzünü temsil eden Kahmut Köprüsü’nü 21 mart günü yakarlar. Ama Newroz hâlâ bir “Kürt bayramı” değildir, sadece Kızılbaşlar için Hazreti Ali’nin doğum günü oldu için kutsaldır.
Kürdolog Martin van Bruinessen’e göre Newroz ilk kez 1950’li yıllarda Kuzey Irak’ta Kürtlerce “milli gün” kabul edilmiştir. Kürt araştırmacı Naci Kutlay da, Newroz’u ilk kez Irak’tan Türkiye’ye gelen öğrencilerden duyduğunu söyler. Türkiye’deki ilk Newroz kutlaması 1970’ye doğru Silvan’da “piknik” şeklinde yapılır. Bu yıllarda Şii Azeri göçmenlere evsahipliği yapan Kars’ta Newroz kutlamaları yapılmaktadır. Yine de Kürt milliyetçilerinden Kadri Cemil Paşa’nın Zinar Silopi adıyla kaleme aldığıDoza Kürdistan adlı eserde (ilk baskısı 1969’da Beyrut’ta yapılmıştı) Demirci Kawa Kürt halkını Dahhâk’ın zulmünden kurtaran bir Kürt olarak tarif edilmekle birlikte Kawa ile Newroz’un ilişkisi konusunda kesin ifadeler kullanılmaz.


Kürt solu ve Kawa efsanesi

1970’lerin ikinci yarısında, Marksist-Leninist gençlik örgütlerinde yer alan Türklerle Kürtler, “milli günler” ile ilgili değillerdi. 1 Mayıs İşçi Bayramı solcuların tek meşru bayramıydı. Demirci Kawa efsanesi, kapitalistleşme sürecine geç girdiği (hatta o yıllarda henüz giremediği) için işçi sınıfı olmayan Kürtlerin, “emekçi” kahraman ihtiyacını karşılıyordu. Nitekim Kemal Burkay ve arkadaşlarının yayımladığı Özgürlük Yolu gazetesinin Mart 1976 sayısında ilk kez Newroz bir “Kürt bayramı” olarak tanımlandı. Makaleyi o sırada Suriye’de yaşayan ünlü Kürt şairi Cigerxwin’in (Cigerğin) “Ben Kimim” adlı şiiri tamamlıyordu. Şiirin dizeleri şöyleydi: “Benim atam Demirci Kave/ Ezdi zalim Dehak’ın başını/ Kürdün boynundan/ Zinciri kopardı/ Korudu başımızı/ Yardan, kılıçtan/ Öldüğü gün kan emici, zalim yürekli/ Derler ki o gündür işte Nevruz günü/ Kış gider, tüm acılı günler/ İşte Zergeş devinden/ Kurtulur Kürtler/ Yolbilir Zerdeşt işte böyle der/ Hürmüz meydana çıkınca Ehriman çöker/ Kimim ben?”
Bir başka önemli Kürtçe yayın olan Rızgari’nin 21 Mart 1976 tarihli sayısında Newroz’un İranlılar, Afgan ve Beluciler arasında kutlanan bir gün olduğu, Türkçede “yeni yıl” anlamına geldiği belirtiliyor, Newroz hakkındaki çeşitli efsanelerin ortak motifinin “kötülüğe, tiranlığa ve sömürüye karşı başkaldırı” olduğu vurgulanıyordu. Newroz efsanesinin Rızgari diline tercümesi şöyleydi: “Devrimciler, kendi halklarının demokratik muhtevalı değerlerinin mirasçılarıdırlar. Kendi tarihî geçmişi üzerine oturmayan ve tarihindeki devrimci değerlerin, oluşumların mirasçısı olmayan bir hareketin başarı şansı azdır. Eksikliğine, aksaklığına rağmen geçmişe sahip çıkmak ve bunu günümüzün bilimsel teorik belirlemeleri içinde eriterek tekrar halka götürmek zorunluluğu vardır. Rızgari’nin özgürlüğe ve zulme başkaldırıyı simgeleyen ateşlerin yakıldığı Newroz gününde çıkışı bir tesadüf değildir. Üstlenilen görevin bir ürünüdür ve bir parçasıdır.”
Dikkat edileceği gibi Özgürlük Yolu’ndaki “Nevruz” ve “Kave”, Rızgari’de “Newroz” ve “Kawa” olmuştu. Böylece günümüze kadar sürecek “harf milliyetçiliğinin” işaret fişeği atılmıştı. Bu akımın ürünü olanKawa dergisinin 1 Aralık 1978 tarihli ilk sayısında Demirci Kawa “çağımızın Dehaklarına başkaldıran” bir anti-emperyalist kahraman, 1 Ocak 1979 tarihli ikinci sayısında ise “Kürdistan’ın Spartaküs’ü” olarak tanımlandı. Derginin çağrısı ile, İstanbul’da İnci Düğün Salonu’nda toplanan 1500 kadar Kürt “2589 yıl önce yaşanmış bir direniş öyküsünü” kutladılar. Törende Kürtçe ve Türkçe şiirler okundu, koro şarkılar ve marşlar söyledi. Böylece İhsan Nuri’nin “icadı” olan MÖ 612 tarihi “Kürt Tarih Tezi”ne dâhil edildi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Diyarbakır Hapishanesi’nde akıl almaz işkencelere uğrayan Kürt sosyalistleri, Newroz ve Demirci Kawa efsanesinden güç almaya çalıştılar. Hapishanedeki işkenceleri protesto etmek için Mazlum Doğan kendini 21 Mart 1982 günü astı. Kürt tarih yazımında Mazlum Doğan “Modern Kawa” olarak yer aldı.


PKK ve Newroz “serhildanı”

Newroz’u Kürt milli kimliğinin çimentosu olarak kullanma fikri Abdullah Öcalan’a ait değildi ama bu işi en etkin biçimde PKK yürüttü. Dahası PKK Newroz’u sadece “milli bir gün” olarak değil aynı zamanda bir “direniş günü” (serhildan) olarak tanımladı. Örneğin 13 Mart 1990’da Savur’da (Mardin) bir mağarada öldürülen 20 yaşındaki Kamuran Dündar adlı PKK mensubunun Nusaybin’deki cenaze töreni ile 21 marttaki Newroz törenleri birleştirilmiş, o gün Zekiya Alkan adlı tıp fakültesi öğrencisi “Kürt halkına yapılan baskıları” protesto etmek için kendini yakmıştı. Nusaybin, Cizre, Silopi ve İdil’de olaylar sürerken güvenlik güçlerinin halka açtığı ateş sonunda dört kişi ölmüş, dokuz kişi yaralanmış, 138 kişi ise tutuklanmıştı. Zekiye Alkan da ilk dişi “Kawa” oldu.


Devletin “Nevruz”u icadı

Devletin “Newroz”a karşı “Nevruz”u kutlamaya başlaması da bu yıllarda oldu. 1985’te “Türkçü” tarihçi Abdülkadir Çay Nevruz/ Ergenekon Bayramı adlı kitabında Nevruz’un aslında bir Orta Asya geleneği olduğunu, ancak bayram olarak kutlanmasına Cumhuriyet’le birlikte başlandığını, hatta Mustafa Kemal’in 1925’te Ankara’da bir Nevruz kutlamasına katıldığını belirtmişti. Devlet kitaptaki tezler uyarınca. 1991’de bir genelge yayımladı. Buna göre bütün illerde “Nevruz, Türk Ergenekon Festivali” kutlanacaktı. Ardından “resmî Nevruz ateşleri” yakıldı. Sivil, asker bürokratlar, “halkla bütünleşerek” ateş üstünden atlamaya başladılar. Bu arada Abdülkadir Çay’ın 216 sayfalık kitabı “gerekli eklemelerle” 555 sayfaya çıkarak, çeşitli yerlere dağıtıldı.
Ardından “Nevruz” söylencesi Türk-İslam sentezine uyarlandı. 1995’ten itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı camilerde Nevruz Hutbesi okuttu. Hükümet, “Nevruz Masalları”, “Nevruz Yarışı”, “Nevruz Sergisi”, “Nevruz Karagöz-Hacıvat Gösterisi”, “Nevruz Çekilişi” gibi karşı-icatlarla kültürel hegemonyasını korumaya çalıştı. Abdullah Öcalan’ın tutuklandığı 1999 yılından itibaren her yıl 21 mart günü, Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliğinin bilek güreşini izliyoruz.
Anlattığım tarihçeden anlaşılacağı gibi aslında ne Türk ne Kürt kültürünün otantik bir parçası olmayan, Eric Hobsbawm’ın tabiriyle “icat edilmiş gelenekler” olan Newroz ve Nevruz, Kürtler için coğrafi, dinsel, dilsel ve sınıfsal kimliklerin aşan, homojen (tektip) bir Kürt kimliğinin oluşturulmasında ve Türk milliyetçiliğinin hegomonik pozisyonunu bozmakta önemli bir rol oynuyor. Türkler için ise kimliksel boyutta bir rolü yok, sadece Kürt siyasal hareketinin elinden alınması gereken ideolojik bir silah. Hâl böyle olunca da, Newroz/ Nevruz kutlamalarının şenlik olarak kutlanması zor oluyor...

Not: Bu yazıyı esas olarak Delal Aydın'ın “Mobilizing The Kurds in Turkey: Newroz as a Myth” adlı, ODTÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2005 yılında kabul edilmiş master tezinden yararlanarak yazdım. Delal Aydın'ın da eserlerinden yararlandığı Gürdal Aksoy ise
 pek çok makaleye erişmemi sağladı. Her ikisine de yürekten teşekkür ederim.

Özet Kaynakça:  Gürdal Aksoy,
 Bir Söylence Bir Tarih: Newroz, Yurt Yayınları, 1998; Geleneğin İcadı, (Yay. Haz.: E. Hobsbawm, R. Terence, Agora Kitaplığı, 2006; Türk Dünyasında Nevruz, Üçüncü Uluslararası Bilgi Şöleni Bildirileri: 18-20 Mart 1999, Elazığ, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları; Abdülkadir Çay, Türk Ergenekon Bayramı Nevruz, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, 1985.
18.03.2012 / Taraf Gazetesi