Mezopotamya'nın Ruhu Diyar-ı Bekr

Mezopotamya'nın Ruhu Diyar-ı Bekr


Sezai Kırlangıç 
Mezopotamya Dicle demek, Fırat demek… Dicle aşkın bir kolu ise diğeri Fırat’tır… Fırat öfkeyle yutar, kim varsa çöreklenmiş üstüne; Dicle ise bir o kadar merhametlidir. Fırat haşinse, Dicle durgundur… Diyar-ı Bekir; bu aşkın muhatabıdır, mecnunudur. Fırat gibi dalgalıdır bakışları, keskindir öfkesi ve Dicle gibidir yüreği, anne koynu gibi sadıktır. Dicle’nin haşinliği sabırdan sonradır, Fırat’ın sabır bilmezliği, yaktığı canlardan bellidir. Dicle aşığının koynuna kendini teslim etmesini bilir, bu yüzden Dicle Diyarbakır’ın bağrındadır, Fırat uzağa düşmüştür. Bir efsane de derler ki; «Dicle'nin kaynağından Basra Körfezine ulaşan yol haritası Danyal Peygamber tarafından çizilmiştir. Allah, Danyal Peygambere bu görevi verdiğinde onu şöyle uyarır: “Elinde asa ile suyun çıktığı mağaranın ağzından başlayarak bir çizgi çiz, su arkandan gelecek. Ancak yetimlerin, dul kadınların, fakirlerin, vakıfların malına ve mülküne yetiştiğin zaman güzergâhını değiştir ki, su bunlara zarar vermesin.” Dicle'nin bereketli ve merhamet dolu suları kadar, öfkesi ve delice akışı da efsanelere konu olur. “Yunan mitolojisine göre, Asyalı Nympha kaplana dönüşmüş olan Dionysos'tan çıkarken bir ırmağın kenarına gelir. Ancak ırmağı geçebilmek için Dionysos'un kollarına sığınmak zorunda kalır ve ondan gebe kalır. Doğan çocuğa, sonradan Med soyuna adını verecek olan Medos adı verilir. Dionysos ve Nympha'nın birlikte geçtiği ırmağa ise Tigris (Kaplan) adı verilir. Bu mitos, onu Dicle yapar.”

Diyar-ı Bekr’de herkesin bir “düş”ü vardır ve herkes taşın üstünde bir şeyler mırıldanır Fırat’a, Dicle’ye, Bağlar’da öteye surlara, âşıkların volkan olup parçalandığı, Karacadağ’a. Etrafındaki surlar sanki bunu haykırır, rüya misâli bozmayın hâlimizi der gibidir, lâkin her âşık coştukça kazımış aşkını Diyar-ı Bekr’de kitabelerin üstüne… Yüzyıllar geçse de kaybolmamış bu âşıkların dillerinden dökülen…

İslâm’dan önceki adı Amid, Amed; İslâm’dan sonra ise Ebu Bekr’den mülhem Diyar-ı Bekr, Kemalizmle birlikte İslâm’ın izlerini silmek istercesine taşı andıran bakıra nisbetle Diyarbakır… Batı ve batıcılığın çirkef yüzü, İslâm’ı devreden çıkaran tarihi anlayış Diyar-ı Bekr tarihini, milli duruşunu, Kürt asilliğini inkâr ediş gibidir.

Bu çirkinliği ve inkârı görmek için Diyar-Bekr tarihine bakmak yeterli. M.Ö 9000 yılına varan bir tarih; Çayönü Tepesinde yapılan kazılar bunun canlı şahidi… Sonrası Hurri- Mitanni-Hitit ilişkileri üzerine kurulan bir tarihi süreç… Zaman zaman galiblerin yer değişmesiyle farklılaşan iktidarlar… Hititlerin yıkılması ve küçük beyliklerin oluşumu ile bölgede hüküm süren Hurri ve Aram toplulukları güçlerini kaybedince, Diyar-Bekr, önce Asur Krallığının sonrasında ise Urartuların egemenliğinde kalır. Bu dönemden itibaren bölge Batı ve İranlıların savaş sahası olmuş, birçok defa el değiştirdiğinden kendi oluş mecrasına giremez. M.Ö. 7. yüzyıl ortalarında İskitlerin yerleştiği Amidi kenti, M.Ö. 625’te Medlerin, M.Ö. 550’de de Perslerin egemenliği altına girer ve M.Ö. 4. yüzyılda Pers İmparatoru III. Darius’un İskender orduları önünde yenik düşmesiyle yörede Helenistik döneme sahne olur. İlerleyen dönemlerde yöre Persler ve Romalılar arasında devam eden savaşların cerayan ettiği bir coğrafya olmuştur. M.S. 3. yüzyılda, İran’da başa geçen Sasani sülalesi ve Romalılar arasında el değiştiren kent, M.S. 4. yüzyılda Roma’ya bağlanır. Daha sonraki dönemlerde Bizans Devleti ile Sasani’ler arasında geçen savaşlar, bölgede güçlenmeye başlayan İslâm ordularının üstünlük sağlamalarına neden olur ve Hazreti Ömer zamanında Diyar-ı Bekr İslâm topraklarına katılır.

Bu tarihten itibaren Diyar-ı Bekr İslâm dünyasının en önemli kentlerinden biri olur; öyle ki Mekke ve Medine’den sonra en çok sahabenin yattığı yerdir bu nadide kent… Gökteki yıldızlar, her biri birbirinden güzide yıldızlar, Diyar-ı Bekr’in göklerindedir, havasındadır, kokusundadır, ruhundadır… Onlarla birlikte Diyar-ı Bekr kendine gelir, 3 bin yıllık kölelik, Batı ve Pers arasındaki sömürge hâli biter ve küçük beyliklerden sıyrılıp bir türlü büyük oluşlara açılamayan bölge halkı birden sıçrayıverir, varlık şuuru hâlinde kendi kimlik ve yaratılış sırrını İslâm’da bulur ve Bizans-Roma işgaline karşı içten kaynayan bir ateş hâlinde İslâm ordularının, güzide yıldızlarının safında yer alırlar. Bu yüzden şehid sahabelerin bereketiyle Diyar-ı Bekr İslâm dünyasında beşinci Harem-i Şerif gibi anılır. (Ulu Cami).

Hazreti Ömer Radıyallahu Anh’in halifeliği sırasında Bizans İmparatorluğu’nun başında Heraklius (610-641) bulunmaktaydı. İslâm orduları Yermük savaşıyla Heraklius'u yenerek Suriye'yi fetheder. Hazreti Ömer Kuzey Mezopotamya bölgesinin fetih işini İlyas Bin Ganm Radıyallahu Anh’a verir. İlyas Bin Ganm Radıyallahu Anh, içinde bine yakın Sahabe de bulunan sekiz bin kişilik bir orduyla harekete geçer ve beş ay süren kuşatmanın ardından Hazreti Halid bin Velid Radıyallahu Anh sur dibinde yaptığı keşiflerde surun doğu vadisine bakan yönünde (şimdiki dairesinin bahçeler cihetinde) gördüğü gizli su deliğini genişleterek oradan içeri girebileceğini keşfeder ve Amed 639'da İslâm coğrafyasına dâhil olur. Bölge halkına iyi muamele edilir ve İslâm dinine zorlanmazlar. Buna rağmen halk kendi isteğiyle İslâmiyet'i kabul ederler. Hazreti Osman Radıyallahu Anhzamanında ayrı bir vilayet haline gelen El Cezire bölgesi, Diyar-ı Mudur, Diyar-ı Rabia, Diyar-ı Bekr isimleriyle üç amilliğe ayrılır ve Diyar-ı Bekr amilliğine Velid bin Ukbe getirilir.

Diyarbakır’ın fethi sırasında şehit olan Halid Bin Velid’in oğlu Süleyman dâhil 27 sahabe bu bölgede, 13 sahabe ise surların farklı bir yerinde şehid olur. Yaralanan Sultan Sasa’nın da 6 ay sonra şehid olmasıyla birlikte bölgeye toplam 41 sahabe defnedilir Diyar-ı Bekr’de mezar yerleri kesin olarak bilinen 30 sahabenin 27’sinin kabri Hazreti Süleyman Camii’nde bulunuyor. Mekke ve Medine’den sonra en çok sahabenin bulunduğu yer olarak tarihe geçen Diyar-ı Bekr, Hazreti Süleyman ve sahabe arkadaşlarının fetihlerinden sonra bir daha işgal edilemez ve Diyar-ı Bekr’in güzide insanları bu bereketli yıldızların peşinden ayrılmaz. Hazreti Süleyman Camii’nde yatan sahabelerin isimleri şunlar: “Süleyman İbn-i Halid Radıyallahu Anh, Amir b. Ehves Radıyallahu Anh, Huzeyde b. SabitRadıyallahu Anh, İmran b. Bişr Radıyallahu Anh, Selem b. Yes’ub Radıyallahu Anh, Macid b. TalhaRadıyallahu Anh, Musanna b. Asim Radıyallahu Anh, Salim b. Adiyy Radıyallahu Anh, Malik b. HafizRadıyallahu Anh, Hattab b. Cerir Radıyallahu Anh, Efleh b. Saide Radıyallahu Anh, Malik-i Eşter Radıyallahu Anh (Bu mekânda Parmağı kendi Balıkçılarbaşı Aşefçiler Sokakta medfundur), Mir Seyyaf Radıyallahu Anh(Hasırlı Mah. Kardeniz 2 Sk.), Sahad bin Ebi Vakkas Ebul Muhsin Radıyallahu Anh (Dağ Kapı’da kapının yanında), Sa’saa bin Sühân Radıyallahu Anh (Ulu Camii yanı, Hasan Paşa Hanı karşısı), Mirsiyap Radıyallahu Anh (Şeyh Matar (Dört ayaklı) Camii bahçesinde), Ebul Mücin (Hançer-i Güzel) Radıyallahu Anh (Lalabey Mahallesinde), Hazreti Süleyman Radıyallahu Anh, Hazreti Rıdvan Radıyallahu Anh, Hazreti MesudRadıyallahu Anh, Hazreti Beşir Radıyallahu Anh, Hazreti Hamza Radıyallahu Anh, Hazreti Amr Radıyallahu Anh, Hazreti Sabe Radıyallahu Anh, Hazreti Sabit Radıyallahu Anh, Hazreti Zeyd Radıyallahu Anh (2 ayrı kişi), Hazreti Halid Radıyallahu Anh (2 ayrı kişi), Hazreti Numan Radıyallahu Anh, Hazreti MuhammedRadıyallahu Anh (2 ayrı kişi), Hazreti Abdullah Radıyallahu Anh (3 ayrı kişi), Hazreti Hasan Radıyallahu Anh(2 ayrı kişi), Hazreti Ka’b-Zişan Radıyallahu Anh, Hazreti Fudayl Radıyallahu Anh, Hazreti Malik Radıyallahu Anh, Hazreti Fahr Radıyallahu Anh, Hazreti Ebul Hamd Radıyallahu Anh, Hazreti Ebu Nasr Radıyallahu Anh, Hazreti Muğire Radıyallahu Anh.”


Daha sonra Şeyhoğulları, Hamdaniler, Mervaniler gibi mahalli hâkimiyetleri takiben Diyar-ı Bekr Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey zamanında, Oğuz boylarının Anadolu akınları sebebi ile temasa başlar ve nihayet 1048 yılında Mervanoğulları Nasrülddevle Ahmet’in Tuğrul Bey’e itaatini arzetmesi ile Büyük Selçuklu hâkimiyetini tanır. Sultan Melikşah devrinde 4 Mayıs 1085 tarihinde Büyük Selçuklular tarafından idare edilen Diyar-ı Bekr’in Osmanlı Devleti’ne katılması 15 Eylül 1515’te Yavuz Sultan Selim döneminde gerçekleşir.

Türklerin yönetmediği bir idarenin Anadolu’da teşekkülü ile birlikte İslâmbol’un İstanbul’a dönüştürülmesi gibi Diyar-ı Bekr artık Diyarbakır’dır artık ve zulmün işkencenin, cehaletin, kıskançlığın katliamların şehri olarak anılmaya başlayacaktır. Şapka inkılâbında asılan binlerce insan ve topa tutulan şehir Kastamonu-Rize iken, Allah denilen ne kadar cami-medrese varsa yerle bir edilirken, alfabeden tarihe, dilden düşünceye her şey yasaklanırken Diyar Bekr Şeyh Said’in İslâmcı kıyamıyla şahlanır, özüne ruhuna dönmek için canını ortaya koyar bölge ahalisi… Lâkin Batıcı saldırılardan canını kurtaramaz, fikrini kurtaramaz, evlatlarını kurtaramaz… Yine de en geç Batılılaşan şehirlerdendir. İstanbul’a baktığınızda Diyar-ı Bekr’in surlarının Batılılaşmaya ne kadar dirençli olduğu görülecektir. Bugünün İstanbul’u Yahudilerin, Ermenilerin ve ne kadar Batıcı sömürgeci tipler varsa yuvalandığı ve rahatça hareket ettiği yerdir ve İstanbul’un Türk(!)leri bunları içlerinde barındırmaktadır. Her çeşit pisliğin, suçun, ihanetin, aşağılık işbirlikçiliklerin gerçekleştiği yer olduğu bugün herkesin mâlumu. Ama bu mâlum, İstanbul gerçeğinin-hakikatinin, İslâm’ın fetih sembolü oluşunun önüne geçememekte ve aksine aslını her defasında hatırlatıcı aksiyon ruhu üflemektedir. Diyar-ı Bekr’de böyledir, böyle bakılmalıdır…

Taşlara bile düşmanlık güder Kemalist komitacılar. Öyle ki; 1930 yılında şehri baştanbaşa kuşatan 3 bin yıllık geçmişi olan tarihi surların yıktırılması için girişim başlatırlar ve bu yıkımı öyle aşağılık bir gerekçeye bağlarlar ki, insanın bu cehalet kumkuması çerisinde debelenen iktidar manyağı tipleri aynı surların önünde teşhir edesi geliyor. Gerekçeleri; “şehrin boğucu bir sıcaklık içinde oluşunun tek sebebi bu surların hava akımına engel olmasıdır.” 1931'den itibaren surlar yer yer büyük dinamitlerle yıktırılmaya başlanır ve bölge halkından sur taşlarını alıp kullanmaları istenir. Ne hikmetse 1 yıl boyunca süren yıkımdan 1932 yılında vazgeçilir.

Medreseler, camiler, hanlar, kervansaraylar, kitabeler diyarı Diyar-ı Bekr sanki hâl diliyle kendi ulviyetini, niyetini, servetini açık eder gibidir. Mezopotamya’nın ruhu misâli bütün aşkıyla, kültür zenginliği ile, Batı ve Pers işgalinden kurtulmuş olmanın verdiği 1300 yıla varan özgüven ve bağımsız anlayışı ile Mezopotamya’nın beyni ve kalbi gibidir. Musul ve Kerkük’ü kollar ve ayaklar saysanız, Belücistanı ve Tunceli’yi kulaklar saysanız Diyar-ı Bekr’e beyin ve kalb demekten başka bir şey yakışmaz… Ne Lenin’in harcı vardır bu topraklarda ne Arial Şaron’un, ne Obama’nın borusu öter buralarda ne İsviçre’de değişime uğramış dul karı yetmesi dalkavukların, ne Kemal’in kamçısı tesir eder ne Farisi kahpesinin fitnesi, Diyar-ı Bekr Leyla gibidir, Mecnunlarını sürükler ardı sıra, Kerem gibidir Aslı’ya aslını hatırlatmak için yakar kendini, Mem gibidir Ziyn etrafında örülen fitne fesatları kırmak için yakar gemileri… Diyar-ı Bekr başkadır. Adını aldığı kabileden mülhem Ebu Bekir misâli engin ve geniş, kendini fetheden Hazreti Ömer gibi adil, ordusuna kumandanlık etmiş Hazreti Halid misâli keskincedir…

Diyar-ı Bekr şimdilerde hakikatini arama peşindedir, yeniden diriltici nefese eski ihtişamına kavuşma arzusundadır… Büyük Doğu’ya hasret, kendini de yüceltecek bir yücelik peşindedir. Başyücelik peşindedir. Böyle de olmak zorundadır zaten; mukadderat gereği, bunca sahabenin kabri, bunca âlimin karıştığı toprak ve bin yıllara varan muazzam kültür, Diyar-ı Bekr’linin o nuranî yüzlü insanlarının izzeti ve şerefi Batı dünyasının ayaklarının altına atılamazdı, Siyonist Haçlı’ya peşkeş çekilemezdi. Diyar-ı Bekr bilir ve bilmelidir de kendisini diriltici nefesin Başyücelik Devleti’nde saklı olduğunu ve yine bilir-bilmelidir de onu kurtaracak Kumandan’ının Bolu’da mahpus olduğunu. Sahtelerin peşinde vakit kaybetmekten bıkmıştır Diyar-ı Bekr… Bu yüzden dillendirir ve dillendirmelidir de her zaman Diyar-ı Bekr’in bağımsızlığı, Diyar-ı Bekr’linin kurtuluşu ve refahı Bolu’dan geçer diye.



Bir zamanlatüm Doğu âleminde ve İslâm dünyasında Diyar-ı Bekr ilim ve irfan merkeziydi. Birçok âlim, fakih, muhaddis bu topraklarda yetişmiştir. Bir kaçına bakalım:


Fatih’e hocalık yapan Molla Güranî icazetini Diyar-ı Bekr’de Zinciriye medresesinde alır. Fatih’e hocalık yapan Molla Güranî’ye icazet veren Diyarbekir’de ondan çok daha ileri, dönemin profesörü seviyesinde en az 7-8 kişi vardı ki, ona diploma verdiler.

Muslihiddin-i Lari İran’da Laristan’da doğdu. Hindistan ve Halepte bulundu. İstanbul’da Ebussud efendiyle beraber oldu. Sonra Diyar-ı Bekr’e geldi. İskender Paşa çocuklarına onu hoca tayin etti. Hüsrev Paşa medrese müderrisliğini verdi.1591’de vefat etti.

Palu (Parlı) Camii ismi de verilen yapının batısında Büyük Hekim Muslihiddin-i Lari'nin mezarı vardır. 29 eser sahibidir. Hadis, tefsir, fıkıh, kelam, dil, tarih, mantık eserlerinin yanı sıra 2 astronomi eseri vardır. Bu eserler Kandilli ve Süleymaniye kütübhanesindedir.

Hüseyn bin Sa'd bin el-Hüseyn el-Amidî, lügat ve şiir ilminde tanınmıştır. Diyarbakır'da yetişmiş olup, önce Bağdat'a, sonra da Şam'a yerleşmiştir. Diğer kitabları ise, "Fuhûlu'ş-Şuarâ" ve "Kitâbu'l-İhtiyarât" adlarını taşımaktadır. Bunun dışında, Ebu Temam gibi "Hamase" ve "Kitâbu Maâni'ş-Şi'r" adlı iki eseri daha vardır. Divânı, ünlü şair Ebu 'Alâ el-Ma'arrî tarafından "Abesu'l-Velîd" adıyla şerhedilmiştir. Divânı Hicri 1300 tarihinde İstanbul'da el-Cevâib matbaasında basılmıştır.

Ebu Ali Hasen bin İbrahim bin Ali el-Fârikî, Kürd ulemasından ve Şafi'î fukahasından olup, 10 Rebi'ulevvel 433 tarihinde Meyyafarkîn (Silvan)'de dünyaya gelmiştir. Tahsiline Meyyafarkîn'de Ebu Abdullah Muhammed el-Kazerûnî'nin yanında başlar. Hocasının vefatının ardından Bağdat'a gidip orada tahsiline devam eder. Ebu Nasr İbn es-Sebbağ'da okur. Sonra Ebu Ca'fer Muhammed bin Ahmed, Abdullah bin Muhammed es-Sarifînî, Ebu'l-Huseyn İbn en-Nakûr vesair ulemadan tedris eder. Hadis ve fıkıh ilminde mütebahhir hâle gelir. Sonradan Vâsıt şehrine giderek orada müderris olur. Bu şehirde aynı zamanda Kadı da olur. Uzun zaman bu vazifede kalır. Yaşı ilerleyince bu vazifeden ayrılarak yaşlanmış olduğu hâlde güçlü hafıza ve zekâsıyla vefat edinceye kadar fıkıh ve hadis ilimleri okutmaya devam eder. 22 Muharrem 528 tarihinde Vâsıt şehrindeki medresesinde, yüz yaşına yaklaşmış vaziyette vefat eder. Fıkhi konularda telif ettiği eserleriyle tanınmıştır.

Aşk’la başladık aşkla bitirelim; Ahmed-e Hani’nin meşhur eseri Mem-u Zin’den bir dörtlük: 


MEM BI DÎCLE'RA DI BEYÎVE / MEM'IN DİCLE'YE SESLENİŞİ
'Ey Şıbhetê eşkê min rewane! / 'Ey benim gözyaşlarım gibi dökülen nehir!
Be Sebr û Sıkünî aşiqane / Ey âşıklar gibi sabırsız ve sükûnetsiz nehir!
Bê Sebr û Qerar û bê Sıkûnî / Sabırsız, karasız ve sükûnetsizsin, 
Yan Şıbhetê min tu ji cinûnî? / Yoksa benim gibi sen de deli misin?
Qet nine jibo tera qerarek / Senin için hiçbir karar kılmak yok, 
Xalıb di dilê tedaye yarek.' / Galiba senin gönlünde de bir yar var. 



Furkan Dergisi, Eylül 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder