PKK AÇISINDAN SÜRECİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE PERSPEKTİFLER



PKK AÇISINDAN SÜRECİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE PERSPEKTİFLER

Çok hızlı ve kritik bir evreden geçtiğimiz konusunda hiç kimsenin şübhesi yok. Tarihin başlangıcından beri insanlığın merkezi konumundaki Ortadoğu-Mesopotamia-Anadolu üçlü coğrafyasında bugün çok hararetli ve tüm dünyâyı yaqıynen alâkadâr eden bir konjonktürün içindeyiz. Bu kadrın içinde çeşitli bileşenler / kuvvetler var; Global emperyalizm ve onun imperium tahtında oturan ABD, AB (Avrupa Birleşik Devletler Emperyalizmi), 8. G Rusya, Kalabalık güç Çin, Milliyetçi ve gelenekçi elektronik emperyalist Japonya ve Ortadoğu’daki muhtelif vektör güçler; TC, İran İslâm Cumhuriyeti, Suriye vs. Fakat gözlerden kaçmasa da üstü örtülen bir başka gerçek de, bölgede çok ciddî altüstoluşlara imzâ atabilme becerisini göstermiş olan örgütlerdir. Bir zamanlar Al-Fatah ile başlayıp PLO (FKÖ) biçiminde devam eden, FHKC, İhwân-ı Müslîmin, İslâmî Cihâd, Kara Eylül vs. ile gelişen ve gelinen aşama itibârıyla Lübnan’da Hezbullah, Filistin’de HAMAS ve Kürdistan’ın kuzey parçası başta olmak üzere genelinde son 22 (kuruluşundan sayarsak 28 ve gruplaşma sürecinden başlatırsak 33) yıldır kendini bölgeye de, alana da, dünyâya da öyle ya da böyle kabûl ettirebilmiş bir PKK gerçekliği vardır. Bunu doğru ele almadığımız takdirde ne Ortadoğu’yu, ne Mesopotamia’yı ne de Türkiye (Anadolu) realitesini anlayamayız. Kuşkusuz PKK analizi yapmak çok uzun ve kapsamlı bir çalışmayı gerektirecektir, o nedenle son gelişmelerin PKK açısından neyi ifâde ettiği ve hangi perspektiflerle teklif planına yüründüğü mes’elesine şumûllü bir bakış ortaya koymak yerindedir.
Türkiye devleti uzun yıllardır ve hattâ hâlâ daha bir Kürd siyâseti üretemediği için aynı tezlerle ve argümantasyonla yoluna devâm etme ısrarındadır. Yarı Şaman, yarı Hristiyan yarı yahudî bir efsâneler kumkumasının içinde mitholojik unsurların dışına çıkamıyor. Bitmez tükenmez bir Oğuz Kağan, Mete Han, Bilge Kağan yarı-tanrı inancı ile karışık biz asla yenilmeyiz çünkü tanrı böyle istiyor nev’inden bilimdışılıklarla o kadar tütsülenilmiştir ki, ayaklar bir türlü yere basmamaktadır. Şübhesiz, Türkiye devletinin sâdece Kürdler’le ilgili değil – eğer başka bir güç de, meselâ Müslümanlar, Çerkesler, Arablar, Ermenîler vs. ciddî bir çıkış sergileyebilse – diğerleriyle de mücâdelesi bu biçimde olacaktı(r). 1973’lerde küçük bir grup ve Abdullah Öcalan’ın ideolojik araştırma sürecini başlatması evresinde filizlenen PKK, 78’de kendini Fis köyünde az sayıda (35 kadar) insanla ilân ettiğinde bugünkünden az bir inanç taşımıyordu zira haqlılık temeli üzerinde yükseleceğini biliyordu. Neden böyledir? Çünkü, her ulusun (milletin) kendi kaderini tâyin etme haqqı vardır ve bu haq ebediyyen saklı ve doğal ve evrenseldir. Her halqın, kendi kaderini tâyin haqqı var ise Kürdler’in de bu haqtan yararlanmaması düşünülemez. Başlangıç noktasında haqlıysanız geriye kalan yürüteceğiniz mücâdelenin stratejik ve taktik anlamda güçlü bir önderlik kurumuyla tahkim edilmiş olması gerekir ki, Kürdler bu konuda belki de ilk defâ şanslı oldular. Kolay olmadığını bilmek gerekiyor ve yanına mutlaka ‘imân’ı yazmak lâzım. İnandığınız her ne ise onun için ölmeyi göze almaktan bahsediyoruz. Haqlılık ve imân. 82’de başlayan (HRK) keşife dayalı ön askerî çalışmaların ve 1981’deki ilk konferansın arkasından 15 Ağustos 1984’te gerilla savaşının başlaması. Eruh ve Şemdinli (Çatak olmadı). O dönemin gazetelerini açıp bakın, devletin söylemlerinin bugünkünden bir farqı olmadığını görürsünüz; çapulcular, eşkıyâlar, hâinler vs. Bunların yerini artık ‘terörist’ kavramı almıştır. Fakat, o günlerde kimsenin hesab edemeyeceği, aklından bile geçiremeyeceği gelişmeler yavaş yavaş bugünü belirlemiştir. Belki Kürdler, bağımsız olmayı istemektedirler, belki geçmişte bunun için örgütlenmişler ve isyân etmişlerdir ve hâlâ örgütlü veya bireysel Kürd milletinin böyle bir aşkı, böyle bir umudu ve nihâyet böyle bir niyeti vardır, belki değil kesin vardır. Buna haqları da vardır. Bu ayrı, ancak çok net bir şeyin altını çizmek gerekiyor ki, bu konuda en çok üzerine gidilen, en çok süçlamaya maruz kalan PKK, bağımsız Kürdistan idealini en az seslendiren, hattâ hiç seslendirmeyen bir kurumdur. PKK, Ortadoğu ve Mesopotamia’nın, özellikle de emperyalizmin müdâhalesiyle belirlenen sınırları, kabûl etmediğine inanmaktadır ve bu nedenle Ortadoğu Halqlar Federasyonu ve şimdi de bir ileri aşama olarak ‘Demokratik Konfederalizm’i teklif etmektedir. Bunun içinde bütün inançlar ve ethniler farqlılıkları ve özgünlükleriyle birlikte mevcud sayılmaktadır. Bunu çok ütopik bulabiliriz fakat bir fiqirdir, bir tekliftir ve yanısıra örgütlü bir düşüncedir. Olabilirliğini zaman gösterecektir, hiç olmaya da bilir. Ancak, bölgede bir PKK vardır, Kürdler’in en kişilikli, en direngen ve en güçlü örgütü ve bir anlamda da geleceği konumundadır. O yüzden bu dönemi Kürd Ulusal Mücâdelesi’nin öncü örgütünün yaklaşımları ve perspektifleri açısından değerlendirmek bilgimizi ve bakışımızı geliştirecektir.
TC’nin dünyâdaki ve bölgedeki gelişmelerden ciddî bir biçimde etkilendiği açıktır. Son 150 senedir kendi stratejik önemini – aslında bu önemin patenti Othmanlı devletidir ve TC onun mirâsyedisi sayılmalıdır ancak günümüzde resmî olan TC olduğu için son 150 yıl değerlendirmesini bu biçimde yapmak gerekiyor – kullanarak, bölge ve dünyâ siyâsetini yürütmeye çalışıyor. Bu 150 senelik dönemi ‘Yeniçeri’nin Tasfiyesi’ (1826), Tanzimât’ın İlânı (1839) ve Islâhat Fermanı (1856) dönüm noktalarına bağlayabiliriz. Bu 3 önemli hâdiseyle berâber Othmanlı devletinin sonu getirilirken sonrasındaki gelişmelerin de başlangıcı yapılmıştır. TC, hâlâ ancak artık çok zorlanarak bunun rantını yemekte diretiyor. Kurulduğu günden bu âna kadar bütün politikalarının esâsını ‘stratejik ve siyâsî ehemmiyetimi nasıl korur ve mümkünse arttırırım’ mantığı üzerine kurmuştur. Belki taşıdığı kaygılardan belki de tarihî nedenlerle siyâsî konumunu zayıflatan her ilişkiye sıcak yaklaşabilmiştir. ABD’nin Iraq’a müdâhalesinden sonra Türkiye, iki yönlü bir politika izlemiştir. Bir yandan, Kürd sorunundaki kaygı ve hassasiyeti nedeniyle İran ve Suriye ile olan ilişkisini ‘sempathik’ bir zemine oturtmaya çalışırken diğer taraftan da ABD ile geçmişten beri süregelen ilişkilerini idâre etmeye çalışmıştır. ABD ile bu yönlü ilişkilerini sürdürürken onun Iraq’ta zorlanması için sabah akşam duâ ettiği kesindir. ABD, Iraq’ta zorlandığı takdirde kendi öneminin artacağını ve ABD’nin Iraq’ta kendisini dikkate alan politikalar izleyeceğini düşünmektedir. ABD’nin sâdece Kürdler’e dayanarak değil Türkiye’den de vazgeçmeyecek bir politika tâkib edeceğini hesâb etmektedir.
Türkiye, stratejik konumundan hareketle, soğuk savaş döneminde de çok yönlü bir siyâset izleme tutumunu göstermiştir. SSCB’nin dağılmasından sonra bu siyâsetini daha fazla uygulama imkânı bulacağını düşünmüştür. AKP’nin uluslararası ilişkilerden sorumlu danışmanları, dünyâ ve Ortadoğu’daki siyâsî konjonktürün Türkiye’ye çok yönlü politika yapma imkânı verdiğini nasihat etmektedirler. Böylece, Türkiye’nin bölgede politik gâyelerine ulaşacağını ve dünyâda büyük güç olacağını fısıldamaktadırlar. Türkiye, uluslararası güçlere bölge ülkeleri ile ilişkisini izâh ederken; ‘Ben, bölge ülkelerine değişim ve dönüşümü yakalayın, uluslararası toplumla uyumlu hâle gelin’ telkininde bulunuyorum demektedir. Devamla, ‘Bölge ülkeleriyle ilişkim, ABD’nin ve uluslararası güçlerin menfaatinedir’ demek suretiyle bu ilişkilerini sürdürme gayreti içindedir. Ancak, gelinen aşmada, hem bölge güçleri ciddî bir biçimde zorlanmakta hem de ABD büyük ve içinde çıkılması çok zor bir süreci yaşamaktadır. Bu süreçte her iki taraf da kendi müttefiqlerinin durumunu netleştirme, daha açık bir biçimde taraf olmaya zorlamaktadır. İşte o 150 yılllık her tarafı memnun edebilirim siyâseti artık yavaş yavaş tedâvülden kalkmaktadır. ABD, özellikle de Iraq’da yaşadığı hezimetten dolayı artık Türkiye’nin ikili oynamasına tahammül edememektedir. Türkiye’nin bu politikayı sürdürmesinin diğer güçleri cesâretlendirdiğini düşünmektedir. Öte yandan, Ortadoğu’da yaşadığı zorlanmalar nedeniyle artık kendisine tam destek verilmesinin zamanının geldiğini düşünerek, Türkiye’yi tamamen kendisinden taraf olmaya, özellikle de İran karşıtı bir tutum takınmaya zorlamaktadır.
Türkiye’nin bir koltuğunda iki karpuz taşıma şansı ve lüksü kalmamış durumdadır. Tercih yapmayla karşı karşıya kaldığında yani bir ‘impasse’a girdiği konumda tamamen uluslararası güçlerden yana tavır koyacağı tartışma götürmez bir gerçektir. Türkiye’deki mevcud siyâsî-sosyal ve iqtisâdî dengeler bu güçlerden koparak bağımsız bir siyâset yürütmesine imkân tanımamaktadır. Türkiye’nin bu koşullarda ABD ve Batı dünyâsından kopması ve tümden Ortadoğu ülkeleriyle birlikte hareket etmesi sıfır ihtimâldir. Türkiye Batı emperyalizmiyle (dünyâsıyla) ilişkilerini 150 yıldır sürdürüyor. Daha öncesi de var ama 150 yıldır sürdürdüğü bu ilişkilerle ekonomik, sosyal, siyâsî dengeleri tamamıyla Batı eksenli kurulmuştur. Siyâsî tercihini bölge çıkarları lehine koyduğunda ekonomik, sosyal ve siyâsî bir çöküşün içine düşeceği fobisi ona adım attıramamaktadır. Hattâ bu çöküşün sâdece siyâsî, ekonomik ve sosyal düzeyde kalmayacağını, toprak kaybıyla da neticeleneceğini düşünmektedir. Bu bakımdan, Türkiye’nin kesin bir tercihle karşı karşıya kaldığında, yüzünü ne tarafa çevireceği bellidir. Türkiye belki uzun süre Batı’dan kopamayacaktır. Ancak, belirli bir süre bile olsa Batı’dan uzaklaşabilmesi ve yahut çok köklü bir istiqrârsızlık içine girmesi, ABD ve Avrupa’yı şiddetle kaygılandırmaktadır. Türkiye’nin özellikle de bir İslâmî yükselişin etkisine girmesi, bölgedeki dengeleri tümden altüst edecektir. Bu durum, husûsen İzrael’in varlığını ciddî bir biçimde tehlikeye düşürecektir. Dolayısıyla, ABD ve Avrupa’dan daha ziyâde İzrael, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmasına karşıdır. Böyle bir ihtimâli kendisi açısından bir kâbus olarak değerlendirmektedir. Diğer taraftan da ABD ve Avrupa’nın Türkiye’yi önemli seviyede ekonomik, siyâsî ve sosyal alanda kendilerine benzettiğini , Türkiye’yi dışlama politikası izleyemeyeceklerini bildiğinden, çok yönlü politika imkânı olduğunu düşünmektedir. Bölge ülkeleri de Türkiye’nin tümden Batı’ya ya da ABD’ne meyletmemesi ve kendilerine tamamen karşıt ve düşman konumuna düşmemesi için bir yandan ABD ve Avrupa, bir taraftan da kendileriyle ilişki sürdürmesinde bir sakınca görmemektedirler. Tahteravalli siyâseti onları da memnun etmektedir. Benzer biçimde Batı da Türkiye’nin Ortadoğulu ülkelerle ilişki sürdürmesini belli düzeylerde normal karşılamaktadırlar. Ne var ki, Ortadoğu’da mücâdele çok keskinleşip her iki taraf da sıkışınca, sözkonusu güçler, ister istemez müttefiqlerinin durumunu da netleştirmesini dayatmaktadır. Ya ben ya o tercihi dayatılmaktadır.
Mevcud durumda, Türkiye’nin ABD ile uyumlu politikalar izleme zorunluluğu hissettiği anlaşılmaktadır. AKP’nin, özellikle son dönemde, ABD’nin kendine karşı soğuk yaklaşımı karşısında ABD ile ilişkiyi düzeltmeye çalışmak istediği bilinmektedir. Seçimlerin yaklaştığı bu dönemde, iqtidâra alternatif olduğunu söyleyen DYP’nin de ABD’nin politikalarıyla uyumlu olabileceği konusunda mesajlar iletmesi, Türkiye’nin önümüzdeki seçimden sonra politikalarını tümden ABD yanlısı şeklinde sürdüreceğini ortaya koymaktadır. Burada bir bilgi verebiliriz; DYP genel başkanı ve özel savaş lordu Mehmed Ağar’ın son günlerde dikkate alınabilecek türden açıklamaları vardır. Ancak, Ağar’ın açıklamaları çok tehlikeli bazı manevra sinyalleri de vermektedir. Ağar açıkça, amacının Kürd halqıyla PKK’nin bağını koparmak suretiyle zaman içinde PKK önderliğini ve lider kadrosunu tasfiye etme planını da dillendirmiş olmaktadır. Her ne kadar ‘ovada siyâset yapsınlar’ cümlesini kuruyorsa da samimiyet düzeyini ele veren kesici dişleri ağzından dökülen sözleri gölgelemektedir. Bu noktada Yaşar Büyükanıt’ın Ağar’a dönük çıkışı iki ayrı eğilimden ziyâde devlet içindeki yeni bir hesablaşmayı haber vermektedir. Detaylar zaman içinde ve belki de kanlı bir dinozorlar savaşıyla evrimleşecek ve otopsi sonuçları alınabilecektir. Her iki eğilimin de ABD’den bağımsız olabileceğini düşünmek zordur. Olasılıklar arasında bir ihtilâli de sayabiliriz. Zaman içinde netleşecektir.
Türkiye, Lübnan’a asker göndererek, Hezbullah-İzrael savaşında, ABD ve İzrael’in yanında olduğunu göstermiştir. Sonuçları ise şimdiden bilinemez. Eğer Hezbullah, Lübnan siyâsetinde daha fazla ağırlık kazanırsa – ki, ihtimâldir – İran’la ilişkilerini mesâfeli hâle getirebilir. Hezbullah, ABD ve İzrael’in bölge politikasında zorlayıcı olmaktan çıkarsa, bu ateşkes süreci nisbeten istiqrârlı duruma doğru ilerleyebilir. Ancak, Hezbullah tatmin edilemez ve mevcud siyâsetini sürdürürse Hezbullah’ı silahsızlandırmaya çalışacak olan BM güçlerinin çok fazla sonuç alamayacağı âşikârdır. Zâten Hezbullah lideri de dünyâda kendilerini silahsızlandırabilecek bir gücün olmadığını vurgulamıştır. Eğer, Hezbullah’ın kabûl edebileceği bir siyâsî durum Lübnan’da oluşturulmaz ise, mevcud ateşkes süreci, güçlerin karşılıklı olarak yeni bir savaşa hazırlanmasını sağlayan bir dönem olarak tarihe geçebilir.
Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi, ABD ile ilişkilerinde belli bir yumuşama sağlar. Öte yandan AKP’nin yeniden iqtidâra gelmesi açısından uluslararası desteğin yolunun açılması da bahis konusu olabilir. Cüneyd Zapsu’nun ‘Bu iqtidârı kullanın’ demesi, AKP’nin ABD’nden destek alarak iqtidârını sürdürmek istediğinin bir kanıtıdır. Cüneyd Zapsu o sözleri AKP’nden bağımsız olarak söylememiştir. Zapsu, ABD’ne ‘Bu hükûmetle çalışılabilir, bu hükûmeti değerlendirebilirsiniz’ mesajını güçlü vermek için bu sözleri sarfetmiştir.
Yaşar Büyükanıt’la birlikte Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında çok ciddî değişiklikler olacağını beklemek yanlıştır. Daha doğrusu, Türkiye’nin Orrtadoğu politikasında bir değişiklik olacaktır ama bunun Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasıyla bir ilgisi yoktur. Türkiye zâten ABD’nin dayatmasıyla politik tercihini daha açık koymakla karşı karşıyaydı. Bu sürecin Yaşar Büyükanıt dönemine denk gelmesiyle birlikte, ‘Yaşar Büyükanıt ABD yanlısıydı, bu nedenle genelkurmay başkanı olunca İran ve bölge ülkelerinden yüz çevirdi’ biçiminde bir değerlendirmeye gitmek doğru olmaz. Aksine, Yaşar Büyükanıt Kızıl Elmacıların kendine yaqın bulduğu bir generaldir. Kızıl Elmacılar ‘Avrasya’ya, Ortadoğu ülkelerine yönelelim, böyle bir alternatifimiz vardır’ gibi değerlendirmeler yaparak, ABD ve Batı’ya şantaj yapmaktaydılar. Şantaj yapanların Büyükanıt’ın düşünce yapısına yaqın olduğu bilinmektedir. Bu şantajlarını güçlendirmek için Doğu Perinçek ve bazı milliyetçi sol çevreleri kullanmaktadırlar. Perinçek ve onun televizyonunu kullanan bazı askerler ve Kızıl Elmacı kesimler, ABD, Kürd sorununda kendilerini biraz dikkate alır ve PKK’a karşı çıkarsa, işbirlikçisi olmaya hâzır kesimlerdir. Kızıl Elmacı veya Ulusalcı denen çevreler dün Avrasya’ya yanaşırız şantajıyla ABD’ne Kürd sorununda kendilerine destek vermeye zorluyorlardı. Bu politikaların sonuç almadığı görülünce irticâ tehdidini öne çıkararak bu konuda İzrael’i ve ABD’nin bazı siyâsî çevrelerini kaygılandırıp, Kürd sorununda kendilerine destek vermelerini sağlamaya yönelik bir politikaya meylettiler. İrticâ tehdidi mes’elesinin bu kadar öne çıkarılması ve bu yönlü sert mesajlar verilmesi Türkiye’deki İzrael lobisi üzerinden İzrael’in, dolayısıyla ABD’nin daha fazla desteğini almak içindir. ABD ve İzrael’in bölgedeki zorlanmasını da görerek, ‘Türkiye, radikal İslâm başta olmak üzere her konuda size en fazla güç verecek ülkedir’ yaklaşımıyla söz konusu desteği alacaklarını hesablamaktadırlar. Her fırsatta, ‘PKK konusunda bize destek verirseniz, Türkiye’de yükselen ABD karşıtlığı da son bulur ve yeniden eski sorunsuz ittifâq günlerine döneriz’ demektedirler. Yaqın zamanda üst düzey subayların demeçlerinde de görüldüğü gibi, son süreçte ABD’ne yaqınlaşma eğilimi fazlasıyla artmıştır.
AKP’nin çok fazla Ortadoğu eksenli bir siyâset izlediği söylenemez. Sosyo-kültürel olarak Ortadoğu’ya yaqın oldukları söylenebilir. AKP dîndâr değil dîn bezirgânlığı yapan bir partidir. Dîni malzeme yapan bir kurumdur. Bu açıdan pragmatisttir. Ancak, AKP’nin iqtidârda olması, objektif olarak dînî muhitlerin güçlenmesine elverişli olabilir. Yoksa, AKP’ni Ortadoğulu saymak mümkün değildir. Zapsu’nun neresi Ortadoğulu’dur? Tamamen Batıcı’dır.Yine Egemen Bağış’ın neresi Ortadoğulu’dur? İşte, bunların hepsi AKP’nin danışmanlarıdır. Dolayısıyla ABD’nin ‘tutumunuzu netleştirin’ tavrından sonra AKP’nin Ortadoğu ülkeleriyle kurduğu ilişkilerle şantaj yaparak, ‘bana şöyle yaklaşmazsan ben Ortadoğu ülkelerine kayarım’ biçimindeki politikalarını sürdürmesi beklenmemelidir. ABD buna izin vermyecektir. Zâten, AKP de bunu gördüğü için İran’dan uzaklaşmaya, ABD politikalarına uyum göstermeye başlamıştır. İlk olarak Lübnan’a asker gönderereki bu konudaki kararlılığını ve eğilimini ABD’ne göstermiştir.
Lübnan’a asker göndermenin Kürd sorunuyla bağı nedir sorusu akla gelebilir. Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesinin ABD ile ilişkilerine olumlu etkisi olacaktır. Bu çerçevede ABD’nin Kürd sorunu konusunda AKP’ni zorlamayan bir politika izlemesi sözkonusu olabilir. Hattâ İzrael de yaqın zamanda ortaya çıkan bazı soğuklukları unutarak, Türkiye’ye bazı yönlerde destek veren bir yaklaşım içine girebilir. Ancak, Lübnan’a asker gönderdiği için, ABD’nin Kürd sorunu konusunda Türkiye’nin istediği politikaları izleyeceğini düşünmek bir yanılgıdır. Ne ‘Türkiye Lübnan’a asker gönderdi’ diyerek Güney Kürdleri’ni karşısına alacaktır ne de Kuzey Kürdistan’da yürütülen özgürlük mücâdelesine karşı açık bir savaş içerisine girecektir. Bu yönlü gelişmeleri beklememek gerekir. Ancak AKP, Lübnan’a asker gönderme karşılığında ABD’nden hiç değilse seçim dönemine kadar Kürd politikası karşısında kamuoyunda kendini zor duruma düşürmeyecek bir politika izlemesini isteyecektir. Lübnan’a asker göndermenin böyle bir sonucu olabilir. Öte yandan, Lübnan’a asker göndererek, ABD’nin seçim öncesi kendisini tümden gözden çıkaran bir politika izlemesini engellemiştir. Kısacası, Lübnan’a asker göndermesi sâdece uluslararası ve bölgesel politik gelişmelerle ilgili değildir. Bunun iç siyâsetle ilgili yanı da görülmelidir.
Hilmî Özkök biraz Avrupa’yı da dikkate alan bir tavır içindeydi. Yeni komuta kademesi ise daha çok ABD’ni dikkate alan bir politikanın sahibi olarak ortaya çıkıyor. Özellikle Kara Kuvvetleri komutanı İlker Başbuğ’un ABD eğilimli olduğu bilinmektedir. Komuta değişiminin, Kürdistan’da yürütülen savaşı çok fazla etkileyeceği düşünülmemelidir. Savaşı esâs olarak yürüten, kara kuvvetleri ve jandarma kuvvetleri komutanlığıdır. Bunların da Kürd sorununu çözme eğilimi olan, demokratik yollardan çözecek komutanlar olmadıkları biliniyor. Bunlar terfî etmişlerdir. Özkök de Kürd sorununda demokratik çözümü düşünen bir komutan değildi. Bu yönüyle mevcud komuta kademesiyle Kürd sorunu konusunda farqlı görüşlere sâhib değillerdi. Bunlar sâdece bastırma konusunda ortak görüşlere sâhibdir. Özkök sâdece bastırırken, ‘bölge ve dünyâ koşullarını düşünelim, daha akıllı davranalım, AKP’ni de bu yönlü kullanalım’ diyordu.
Yeni ekibin, dış dünyâyı düşünmeden, istediği seviyede baskı yapan, saldıran bir askerî çizgiyi izleyebileceği düşüncesi akla gelebilir. Tabiî bu yönlü bazı gelişmeler olabilir, ancak onların da böyle bir politikayı uzun vâdede sürdürme şansları yoktur. Yeni komuta kademesinin şöyle bir yaklaşım içinde olabileceği düşünülebilir: “Nasıl ki, ABD Türkiye’ye, ya İran’dan ya bizden yana olacaksın gibi bir tercih dayatmasına gitmişse, bu komuta kademesi de ABD’ne ‘ya Kürdler ya biz’ dayatması içine girebilir”. Ancak, böyle bir dayatmanın çok fazla sonuç vermeyeceğini kısa sürede onlar da anlayacaktır. Hattâ, böyle bir dayatmanın ABD’nin bölge politikasını boşa çıkarma gibi bir sonuç doğuracağını ve bunun ABD karşısında boş bir çaba olduğunu düşünerek, kısa bir süre içinde böyle bir dayatmadan vazgeçme zorunluluğu içine gireceklerdir. Dolayısıyla, yeni gelen ekibin Kürdistan’da şiddeti daha da arttıracağı varsayımında bulunamayız.
Türkiye ordusu da görmektedir ki, ABD’nin bölgeye müdâhalesinin ardından , Türkiye’nin veya herhangi bir gücün bölgedeki bir hamlesi sâdece kendisiyle sınırlı kalmamaktadır. Ya da böyle bir hamle, sözkonusu güçler dikkate alınmadan yapılamamaktadır. Geçmişte Kıbrıs hamlesinde olduğu gibi, emrivâki yapıyor ve bunu belli düzeyde kabûl ettirebiliyordu. Uluslararası güçler de, bu durum kendilerini doğrudan etkilemediği için bu dayatmalara boyun eğebiliyorlardı. Günümüzde ise, bu hamle girişimleri uluslararası (emperyalist) güçleridoğrudan etkilediğinden, Kıbrıs türünden hamleler eski rahatlığı ve kolaylığı bulamamaktadır.
Şu açıkça görülmektedir ki, Kürd halqının 2005 ve 2006 yılında gerçekleştirdiği serhildanlar, yine HPG’nin (Hezen Parestina Gel – Halq Savunma Güçleri) meşru savunma çizgisini başarılı bir biçimde sürdürmesi Türkiye’yi çok zorlamaktadır. Bu mücâdele düzeyi AKP’ni çöküşe sürüklemektedir. Kürd özgürlük hareketi mücâdelesine devam ettiği sürece, mevcud hükûmetler ya Kürd sorununa bir çözüm bularak ayakta kalabilirler – eğer başarılı olamazlarsa – ya da yok olmakla karşı karşıya kalırlar. Aslında AKP hükûmeti bunu görebilmektedir. Kürd özgürlük hareketine karşı sürdürülen mücâdele aynı paralelde kendisini tüketmektedir. Çatışmalardaki başarısızlık kitle tepkisini hem AKP’ne hem de genelkurmaya yöneltmektedir. Çünkü, en son tahlilde, herhangi bir dış güce (devlete) karşı savaşılmıyor. Toprak ve vatan savunması yapıldığı terâneleri de artık halq nezdinde karşılık bulmamaktadır. ‘Oğlumuz Çanakkale’de, Sakarta’da şehîd düşmedi, ne olduğu bilinmeyen pis bir savaşta öldü’ denilerek, Kürd özgürlük hareketine karşı yürütülen savaşın Türk halqının savaşı olmadığını ortaya konulmaktadır. Şimdiye kadar, bölücülük yapıyorlar, vatanı bölecekler diyerek toplumu duyarlı hâle getiriyorlardı. Ancak PKK’nin yeni stratejisi ve politikasının Türkiye’nin sınırları içinde demokratik birliği amaçlayan çözüm olduğu ve Türk halqıyla birlikte yaşama gibi bir projesi olduğu qısmen anlaşılınca, bu tür tepkiler ortaya çıkmıştır. Çünkü Türk halqı evlâdlarını askere vatan bölünmesin diye gönderiyordu. Kürd sorunun ve Kürd özgürlük hareketinin taleblerinin vatanın bölünmesi olmadığı, Kürdler’in vazgeçilmez ve inkâr edilemez bazı temel demokratik haqları olduğu görüldükçe, Türk halqı da çocuklarını bu savaşa istekli göndermeyecektir.
Bir taraftan gerilla mücâdelesi Türkiye’yi ekonomik, siyâsî ve sosyal anlamda zorlarken, diğer taraftan da toplumda savaş konusunda bilinçlenme ortaya çıktıkça, hükûmetler de ordu da bu savaşta tıkanmaktadır. Bu nedenle AKP önümüzdeki seçimi kaybedebileceğini ciddî bir biçimde düşünmektedir. Bunu görebilen AKP uzun süredir bir ateşkes nasıl sağlanır çabası içindeydi. Bu konuda Güneyli güçlerle, hattâ uluslararası güçlerle ilişki içine girdi. DTP (Demokratik Toplum Partisi) üzerinden gerillanın savaşı durdurması yönünde sayısız mesaj iletti. AKP çok sıkışmıstır. Lübnan’a asker göndererek ABD’ni yumuşatmayı planlarken diğer taraftan da içeride meşru savunma güçlerinin direnişini belli bir süre durdurma doğrultusunda bir politikayı gündemine almıştır.
Duygusallıktan uzak ve mantıklı düşünüp hareket eden bazı aydınlar, siyâset adamları, subaylar, istihbarat birimleri ve burjuvazinin içinden şahsiyetler Türkiye’de mugalata siyâsetinin ve hamâsetin Kürd sorununu çözümsüzlüğe götürdüğü, Türkiye’nin ufkunu kararttığı ve geleceğini yok ettiği düşüncesindedir. Özellikle Ortadoğu’da güç dengelerinin yeniden belirlendiği bu süreçte Türkiye’nin hâlâ Kürd sorunuyla uğraşmasını kendileri açısından inisiyatifi ele alamamak ve başkalarının politikasının kuyruğuna takılmak olduğunu görmektedirler. Türkiye, imkânlarıyla Ortadoğu’da merkezî güç olabilecek iken Kürd sorununun çözümsüzlüğü bırakalım güç olmasını her bakımdan tehlikelerle dolu, belirsiz bir süreci yaşamasına yol açmaktadır. Kürd sorununun çözümüyle birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’da önünün tamamen açılacağı ve çekim merkezi hâline geleceğini düşünen bu çevreler Kürd sorununun çözümünü istemekte, bu konuda klasik inkârcı çevrelerden farqlı bir siyâset izlemek gerektiğini öngörmektedirler. Bunların PKK ve önderliğiyle görüşmekte bir sakınca görmedikleri, hattâ PKK önderliğinin çözüm için bir şans olduğunu düşündükleri çeşitli biçimlerde basına ve kamuoyuna yansımaktadır. Bu konuda, Kürd özgürlük hareketine çeşitli yollardan mesajlar ulaştırılmaktadır. Kürd özgürlük hareketinin, Kürd sorununun demokratik çözümün dayatma dışında Türkiye’yi sıkıştırma, tümden zorlama, bozguna uğratma, ekonomik, siyâsî ve sosyal olarak tümden çökertme amacı olmadığından, Türkiye’nin bu sıkışmasını görerek, bir deklarasyonla bu çıkmazdan kurtulmasının çâresini göstermiştir. KKK (Koma Komalen Kurdistan) Yürütme Konseyi’nin ‘Demokratik Çözüm Deklarasyonu’ sâdece Kürd halqının taleblerini içermemektedir. Aynı zamanda, Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyâsî olarak nasıl düzlüğe çıkacağını ortaya koyan bir deklarasyondur. Kürd önderliği, Kürd sorunun demokratik çözümü temelinde, Ortadoğu’da demokratik fethi gerçekleştirme önderliğidir. Özcesi, Demokratik Çözüm Deklarasyonu, Türkiye’nin bu çok yönlü zorlanmadan çıkış deklarasyonudur.
Bilindiği gibi bazı aydın çevreler demokratik çözüm için bir ateşkes çağrısında bulundular. Eğer ateşkes olursa, çözüm zemininin oluşabileceği yönünde değerlendirmeler yaptılar. Kürd özgürlük hareketi bu çağrıları olumlu karşıladı. Hükûmet ve devlet içinden olumlu yaklaşımlar görüldüğü takdirde bu yönlü adım atılacağı vurgulandı. Fakat, geçen seneki ateşkes sürecinde imhâ ve inkâra dayalı yaklaşım devam ettirilmişti. Abdullah Öcalan’sız ve PKK’siz bir Kürd siyâseti ortaya çıkarmaya yönelik özel harb politikası terq edilmedi. Teslimiyet çizgisi dayatıldı. Buna cevab olarak meşru savunma çizgisi ve serhıldanlar yükseltildi. Bu özel savaş siyâsetine bir cevabdır. Askeriyye ve MİT içinde bazı kesimler Kürd sorununun kendilerini çıkmaza sürüklediğini gördüklerini itirâf ediyorlar. Gelen mesajlar, ‘bu savaşın her iki tarafa da faidesi yok, bunu nasıl önleyebiliriz?’ biçimindeydi (biçimindedir). Devamında ‘Eğer bir ateşkes olursa daha sağlıklı düşünme ve tartışma imkânı doğar, bu da devlet içinde çözüm eğilimini ortaya çıkarabilir’ düşüncesi iletildi. Bu çevrelerin samimiyet derecesi bilinmemekle berâber artık Küed sorununun çözümünün kendini dayattığı açıktır. Uluslararası ve bölgesel açıdan Türkiye’nin durumu Kürd sorununun çözümsüzlüğünü uzun süre taşımasına elvermemektedir. Öte yandan, Kürd halqının her fırsatta açıkça gösterdiği özgürlük duruşu ve çözüm irâdesi, önderliğini ve PKK’ı sâhiblenmesi Türkiye devletine ‘bu sorunu çözmekten başka çâreniz kalmamıştır’ mesajını defâlarca ve net bir biçimde vermiştir. Bu tartışmasızdır.
PKK önderliği ‘Türkiye devleti içinde dialog ve çözüm için bir eğilim ortaya çıkarsa ben de üzerime düşeni yaparım’ demişti. Devlet ya doğru bir cevab vereckti ya da savaşı yükseltecekti. Sözkonusu çevreler bu deklarasyon karşısında bir ateşkesin olması gerektiğini çeşitli biçimlerde dile getirdiler. Bu anlamda, PKK önderliğinin ateşkes çağrısı devlet içinde varolan bu eğilime cevab verme ve barışa bir şans daha tanıma olarak anlaşılmalıdır.
Bu ateşkes, resmî ve ilân edilmiş çift taraflı bir ateşkes olmasa da tek taraflı bir ateşkes olarak da algılanmamalıdır. Bu ateşkesin bir tarafı Kürd özgürlük hareketi iken, Türkiye’deki demokratik güçler ve aydınlar da yaptıkları çağrılar ve bugüne kadarki istem ve ve değerlendirmeleriyle bu ateşkesin bir tarafı durumundadırlar. AB’nin de bir ateşkes çağrısı yaptığı bilinmektedir. ABD de 15 Ağustos’ta ateşkes anlamına gelen bir çağrı yapmıştı. Güney Kurdistan’daki siyâsî partiler de demokratik çözüm için yardımcı olacaklarını taahhüd etmişlerdi. Bunun üzerine PKK önderliği Kürd özgürlük hareketine bir ateşkes teklifinde bulunmuştur. KKK Yürütme Konseyi bu ateşkes çağrısına uyacağını ilân etmiştir. Demokratik birlik için ateşkes yapıldığı ortaya konulmuş, Türkiye’deki tüm sorumlu güçleri ve uluslararası çevreleri de bu ateşkesi desteklemeye ve Kürd sorununu demokratik çözümle neticelendirmeye çağırmıştır.
Türkiye’nin Kürd sorununda nasıl bir politika izleyeceği esâs olarak da 2007 yılında netleşecektir. 2007 yılı içinde Kürd sorununun demokratik çözümü konusunda bir adım atılmazsa, Türkiye’nin daha ciddî bir savaş süreciyle karşı karşıya geleceği çok açıktır. Türkiye demokratik bir çözüm yoluna girmezse bu, Türkiye’nin bir çözüm niyeti olmadığı, özgürlük hareketinin bütün olumlu ve esnek yaklaşımlarına rağmen çözüm irâdesini ortaya koymadığı anlamına gelecektir.. Bu da ister istemez Kürd halqının özgürlük ve demokrasi taleblerini kabûl ettirmek için daha kapsamlı bir mücâdele yürütmesini berâberinde getirecektir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, sâdece askerî kanatta değil, siyâsî kanatta da bir çözüm irâdesi ortaya çıkmamaktadır. Bu yönüyle çözüm önündeki engeli sâdece asker olarak göstermek bir yanılgıdır. Ordular bütün dünyâda, çözüm politikasının gündeme girdiği âna kadar hep bastırmadan, ezmeden sözederler. Bu asker olmanın doğasında vardır. Ordu, ‘tek dil, tek millet, tek kültür’ konsepti içinde şekillenmiştir. Bundan farqlı düşünceler ordu içinde ne düşünülür ne de dile getirilir. Tartışılıp konuşulmasına müsâde edilmez.
Ordu içinde bir kanadın Kürd sorununda çok rijid (katı) olduğu, siyâsî bir çözüm istemediği ve tamamen bastırma içinde olduğu doğrudur. Ama, orduyu bütünüyle böyle görmek de yanlıştır. Eğer siyâsî erkte bir çözüm irâdesi ortaya konursa, ordu da böyle bir irâdeye uyum sağlamak zorundadır. Çünkü Türkiıye’nin ekonomik, siyâsî ve sosyal gerçekliği, artık Kürd sorununda bir çözümü dayatmış bulunmaktadır. İktisât çevreleri eskiden Kürd sorununun tenkille çözülmesine destek veriyorlardı. Şimdi durum değişmiştir. Ordu da bu sorunun bastırma methoduyla çözülemeyeceğini görmüş durumdadır. Ordu geçmişte böyle bir çözüme yönelen siyâsî irâdeye darbe yaparak kendi politikasını dayatmak isteyebilirdi fakat şimdi Türkiye’de siyâset kurumunun konsensüse dayalı bir kararlılık seviyesi göstermesi hâlinde ordu buna uyum gösterecektir.
Kürd özgürlük hareketi ateşkes ilân etmiştir ve bunun muhatabı yalnızca AKP değildir. Ordu da bu ateşkesin muhatablarından biridir. Diğer tüm devlet kurumları, siyâsî kurumlar, sivil toplum kuruluşları, aydınlar ve üniversiteler bu ateşkesin muhatablarıdır. Kürd özgürlük hareketi hiçbir kurumu karşısına almamaktadır. Kürd sorununu ciddîye alan ve demokratik çözümünden yana olan tüm kurum ve kuruluşlarla pozitif bir ilişki gelişecektir. Kimseye ve hiçbir kurumua karşı özel bir düşmanlıktan sözedilemez. Bu bir kan davası ya da aşiret çatışması değildir. Önemli olan zihniyet değişimi ve bu değişimin uygulamalara yansımasıdır. Ordu da bu kurumların arasındadır.
Böyle bir ateşkese geçmiş yöntemlerle yaklaşılması ve argümantasyonda bir değişikliğe gidilmemesi Kürd özgürlük hareketi tarafından kabûl görmeyecektir. Fiilî olarak çift taraflı ateşkesin kısa sürede gerçekleşmesi, dialog yollarının açılması ve çözüm için atılacak adımların atılması Kürd özgürlük hareketinin aldığı ateşkes kararının geleceğini belirleyecektir. Herşeyden evvel inkâr ve imhâ politikasının terq edildiğinin ortaya konması gerekmektedir. Bunun için makûl bir süre siyâsî irâdenin tutumu beklenecektir. Sürecin nasıl işleyeceğini Türkiye devletinin ve siyâsî güçlerin tutumu belirleyecektir. Hiç kimse ateşkesin ilânihâye olacağını aklından geçirmemelidir. Hele hele silah bırakmak gibi bir ihtimâl akıllardan bile geçirilmemelidir. Silahlar bir tehdit olarak değil, Kürd varlığının bir güvencesi olarakçözüm ortaya çıkana kadar bırakılmayacaktır. Kuşkusuz temenni, silahların bir daha sonsuza kadar kullanılmamak üzere toprağa gömülmesidir.
Bu ateşkes hiçbir baskıya dayalı olarak ilân edilmemiştir. Türkiye halqının demokratikleşmesi ve istiqrârı için atılmış bir adımdır. Tabiî ki, demokratik güçlerin ve halqların barışa bir şans daha tanınması doğrultusundaki talebleri dikkate alınmıştır. Nitekim ateşkes öncesi ilân edilen deklarasyon da Türkiye içinde ve dışında bazı çevrelerin talebleri ve Kürd gücünün de siyâsî süreci uygun görmesinden dolayı yayınlanmıştı. Aslında Kürd gücü 1993 yılından beri silahların devreden çıktığı bir siyâsî süreci arzu etmiştir. Abdullah Öcalan, ‘bir memurunuzu gönderin konuşalım, anlaşacağımızı umuyorum’ demiştir. Sınırlar Kürd gücü için sorun değildir. Kürd halqının temel demokratik haqları kabûl edildikten sonra sorun kalmamaktadır. Bunu askerî – sivil hem Türkiye’de hem de uluslararası alanda herkes bilmektedir. Dolayısıyla, demokratik çözüm yolunda bir ateşkes için hiçbir gücün Kürdler’e baskı yapmasına falan gerek yoktur. Bilakis, bazı güçlerin sürekli çatışma istediğini ve bunların Kürd halqı ile Türk halqı arasında bir demokratik çözümü kendi çıkarlarına görmedikleri nettir.
Uluslararası ve bölgesel durumun Kürd sorununun demokratik çözümü için uygun olduğu düşünülmektedir. Ancak, Türkiye ve uluslararası çevrelerde sorunun çözümünden yana olmayan olduğu bilinmektedir. Bu nedenle ateşkes süreci aynı zamanda bir demokratik mücâdele süreci olarak da değerlendirilmelidir. İyi niyetle ya da beklenerek çözüme ulaşılmaz. Bu süreçte herkes üzerine düşen vazifeyi yerine getirmelidir. Türkiye’nin birincil sorunu Kürd sorunun demokratik çözümüdür. Kürd sorununun çözümüyle Türkiye’nin refaha kavuşması arasında bire bir ilişki vardır.
Bu ateşkes konusunda birçok spekülasyon yapılacaktır. Kış geldiği için artık eylem yapılmayacağını bu yüzden sürecin atlatılıp rahat bir kış geçirmek istendiği söylenebilir. Bunlar demagojidir. Rantiye sınıfının da işine gelen budur. Bir daha belirtmek gerekir ki, ateşkes süreci bir politik mücâdele sürecidir. Burada amaç kesinlikle demokratik çözümdür. Hiç kimse kendiliğinden bir çözüm geleceğini beklememelidir. Kürd özgürlük mücâdelesinin siyâsî alanda oluşturduğu kazanımlar ve etkiler bir çözümü gerçekleştirmede önemli bir potansiyeli açığa çıkarmıştır. Mücâdelenin oluşturduğu bu potansiyeli, ateşkes sürecinde yeni yöntemlerle zenginleştirip geliştirmek suretiyle, demokratik çözümü olmazsa olmaz bir biçimde Türkiye ve uluslararası güçlere kabûl ettirmek şarttır. Arzulanan sonuç için elde birçok verinin varolduğunu söylemek mümkündür. Zâten siyâsî mücâdele düz bir süreç değildir. Önemli olan, siyâsî süreci geliştirecek methodların yerinde ve zamanında uygulanmasıdır. İlân edilen ateşkes bir taktik değildir. Siyâsette bu tür adımların atılması doğrudur. İllâ taktik denecekse, bu ateşkes Türkiye sınırları içinde Türkiye halqıyla birlikte yaşama arzusunu gerçekleştirme taktiği olarak görülebilir. Bu da kötü bir taktik değildir. Çünkü taktik, bir aldatmaca ve kandırmaca biçimi değil, bir amaca ulaşmak için o dönemde kullanılan politik yöntemdir. Hiçbir siyâsî güç, taktik adı verilen dönemsel politikaları uygulamazsa amaç anlamına gelen stratejisine de ulaşamaz.
Hangi koşulda olursa olsun, Kürd özgürlük hareketinin temel ulusal demokratik haqlarından vazgeçmesi beklenemez. Gerekirse 100 yıl daha mücâdele edilebilir. Bazılarının belirttiği gibi, ‘büyük güçlere teslim olmaktan başka çâre yoktur, ancak onların poltikalarına hizmet edilirse bu dünyâda yaşanabilir’ yaklaşımı; ruhunu teslim etmiş, özgürlük tutkusu bulunmayan birey ve çevrelerin retoriği ve pratiğidir. Yaşam olacaksa özgür olacak ya da hiç yaşanmamış sayılacaktır. Türkiye ve hiçbir güç bu (ateşkes) kararından yanlış sonuçlar çıkarmamalıdır.
Bu süreçte en fazla tartışılan konulardan biri de ABD – Türkiye ilişkileridir. Türkiye, ABD’ni sürekli ‘eğer müttefiksek PKK’nin üzerine git’ biçiminde çağrılarda bulunmaktadır. ABD’nin PKK konusunda Türkiye ile tamamen ayrı düşünmesi beklenemez. ABD’nin Kürd inkârcılığında, kimliğinin inkâr edilmesinde, Kürdlerin serbest siyâset yapmasının engellenmesinde, DEHAP’ın önüne %10 barajının örülmesinde şimdi ne çıkarı olabilir? Bu yönüyle dünyâda Türkiye’nin inkâr politikalarına her açıdan destek verecek bir ülke kalmamıştır. Soğuk Savaş döneminde Türkiye bu desteği alıyordu. Günümüzde Türkiye, ‘ABD ve Batı bana muhtaçtır, PKK ve Kürdler konusunda benim gibi düşüneceksiniz’ dayatması içerisinde olamaz. Türkiye’nin siyâsî olarak hâlâ önemli bir konumu vardır ama Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, ABD ve diğer ülkelerin Türkiye’nin politikalarına sonuna kadar destek verme durumları yoktur. ABD, Türkiye’yi BOP’ne çekmek için bazı kolaylıklar sağlayacaktır. ABD’nin PKK ile ilgili atadığı koordinatörlüğü de bu çerçevede ele almak gerekir. Koordinatörlük, aslında mevcud hâliyle ne Kürd sorununu çözme koordinatörlüğüdür ne de PKK’nı tasfiye etmede sözkonusu güçleri ortaklaştıracak bir politikanın koordinatörlüğüdür. Daha ziyâde Türkiye’yi ABD ile uyumlu hâle getirme koordinatörlüğü olacaktır. Türkiye ile ABD arasındaki sorunlar esâs olarak Kürdler konusunda ortaya çıkmaktadır. Elçiliklerle, dış ilişkilerle çözülmeye çalışılan sorunlar bâzen gecikmektedir. Bu koordinatörlük kurumu elçiliklerin işlerini hızlı bir biçimde yapmaya yardımcı olacaktır. Dolayısıyla, koordinatörlük sorunu sâdece PKK ile ilgili bir konu değil, Türkiye ve ABD’nin Ortadoğu’da Kürd eksenli olarak ortaya çıkan sorunların tümünü çözmeye yöneliktir. ABD, BOP’nde ne Türkiye’yi ne Kürdler’i dışlamak istiyor. Esâs olarak Türkiye ve Kürdler’in ilişkisi eksenine dayanacak bir Ortadoğu projesini yaşamsallaştırmak istiyor. Mevcud durumda, bu koordinatörlüğün, Türkiye’deki Kürd sorununu çözme, PKK ile Türkiye arasında arabulucu olma ya da Türkiye’nin PKK’nı ezme konusunda varolan politikasının koordinesini yapma gibi bir görevi bulunmamaktadır.
Son tahlilde; halqların zamanı radikal demokrasiyle gelecektir. Radikal demokrasi uzun ve meşakkatli bir süreçtir. Ateşkes bu sürecin başlangıç noktası ve eylemi olarak düşünülmelidir. Bu teklif son teklif olarak ele alınmak durumundadır. Eğer, doğru cevab alınamazsa gelecek hem Türk hem de Kürd halqı için çok karanlık olacaktır. Bunun doğru anlaşılması herkesin temennisi olmalıdır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder