....
ŞEYH Sait İsyanı’na katılanlar katledilir. Kesik başlar, isyana katılan Musa Bey‘in kız kardeşi Gülnaz Hanım‘a gösterilmek üzere jandarma karakolunda yere dizilir. “Tanıyor musun?” diye sorulur. Gülnaz Hanım, elleri belinde, kesik başlara yaklaşır. Ayağıyla İzzet Bey‘in kafasını iter:
“Bu benim kardeşimin oğludur!”
İkinci kesik kafayı ayağıyla iter:
“Bu da benim oğlumdur!”
Üçüncü kesik kafaya gelince mırıldanır:
“Buna yazık olmuş, hizmetkârdı!”
Vakur, komutanlara döner:
“Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der, çıkar gider.
Ardından yazılan destanın adı şu olacaktır:
Şér şére çi jine çi mére!
Aslan aslandır, ha dişi ha erkek!
“VURUN ASLANLARIM”
Salih Mirzabeyoğlu'nun Tilki Günlüğü adlı eserinden;
.......
25 Mart 1926-(...)
Bu tarih, dedem İzzet Bey’in, yanındakilerle beraber Kösor dağlarındaki çatışmada, 100’den fazla –sözlü tarihe nazaran 125- Kemalist rejim neferini telef ettikten sonra öldürüldüğü tarihtir... İşin evvelini, her devirde o devirin kavallığını yapmak üzere türeyen tiplerden bir örnek hâlinde, M. Şerif Fırat’tan verelim:- “14 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Sait isyanı adındaki bu irticaî hareket, 15 Mayıs 1925 günü sona ermiş, Zaza ve Kurmanço şubesine bağlı bütün aşiret şeyh ve ağalarının idamları, Babakürdî şubesine mensup aşiretler üzerinde derin tesirler meydana getirmiş, bunlar da isyana hazırlanmak için bölgelerinde bazı çeteler teşkil etmişlerdi. Bunlardan ilk önce Muş dağlarında oturan Huytu aşiret reisi Hacı Musa’nın kardeşi Nuh Bey elli atlı ile meydana çıkmış, Muş dağlarında bulunan Şigo, Huytu aşiretlerini harekete geçirmişti. Osman Paşa bu hareketi bastırmak için 19 Haziran 1925’de Varto’da binbaşı Tahsin Beyi mevki kumandanı bırakarak kendisi fırkasıyla Muş vilâyet merkezine gitmiş, 34’üncü alay komutanı Talât Beyle birinci tabur komutanı binbaşı Ziyâ Bey taburunu, asilerin üzerine tahrik etmiş, askerî birliklerimizi bu dağlardaki kabile başlarını hükümete dehalete getirmiş, Nuh Beyle Hacı Musa oğlu İzzet Beyi yüz atlı ile Sason üzerinden Hizan ve Garzan kazalarına doğru kaçırmışlardı. Nuh ve İzzet, Hizan, Garzan, Beşiri, Sason havalisinde gezerek, buradaki aşiret ağa ve şeyhlerine hükümetin kendilerini keseceğini ileri sürmüş, buna misâl olarak Şeyh Sait’le arkadaşlarının asılmasını göstererek cahil halkı kandırıp ikinci bir isyan çıkarmaya muvaffak olmuşlardı. (...) İkinci isyan faslı da bu suretle sona erdikten sonra, askerî kıtalar 1925 Eylül ayında garnizonlarına dönerek, Doğu illerinde kalan şakî çeteleriyle Nuh ve İzzet’in takibine seyyar jandarma birlikleri çıkarılmıştı.”
İşin içyüzü şudur: Şu ânda ANAP milletvekili, Devlet Bakanlığı yapmış ve uzun yıllar Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nda üst seviyede görevler almış olan Kâmuran İnan’ın babası Şeyh Selâhaddin’in bir meseleden dolayı hükümetle arası bozulmuş, söylentiye göre 40 ile 100 arasındaki aile efradı ve adamlarıyla birlikte İzzet Bey’e sığınmıştır. İzzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, büyük kazanlarla yapılan yemek ve adedini kestiremediği yatak sayısı dekoru içinde, kalabalık atlı grubu olarak gelmiş sığınmacıları tasvir ederdi. Şeyh Selâhaddin ve adamları, İzzet Bey’in yanında (1) seneye yakın kalıyorlar... Bu arada Musa Bey Şeyh Selâhaddin’in affı için Mustafa Kemâl’e mektup yazıyor... O da borcunu ödüyor ve Şeyh Selâhaddin işin içinden sıyrılıyor. Daha önce İzzet Bey’den onun teslimini isteyen hükümet, “ben evime sığınmış olanı vermem, o benim misafirimdir!” diyen İzzet Bey’le limonîleşmiştir. Ardından gelişen hadiseler boyunca, İzzet Bey’le hükümetin arası açılır... Nuh ve İzzet Bey, Diyarbakır-Siirt arasında yanlarındaki bir avuç adamla Irak’a geçmek üzere niyetlenirlerken, Şeyh Selâhaddin kendilerini saklayacak roldedir ve bir tek o yerlerini bilmektedir. Yiyecek ikmâli yapacak olma vazifesini üstlenmiş edâda, onları bir dere yatağına sokuyor... O gece, daha önce Şeyh Selahattin’le birlikte İzzet Bey’e sığınanlardan bir adam, nankörlük ve hainliği kendisine yediremeyerek dereye geliyor:
- “Şeyh Selâhattin sizi burada oyalıyor, hükümete teslim edecek!”
Bunun üzerine zaten Şeyh Selâhattin’e güvenmeyen Nuh Bey’le İzzet bey arasında tartışma çıkıyor... İzzet Bey, “Şeyh Selâhattin bana bunu yapmaz!” diye onun vefa borcu sadakatine güveniyle, haber getiren adamı haşlıyor... Bu hadiseden sonra Nuh Bey Irak’a geçiyor... İzzet Bey, Sıddık, Süleyman, Derviş Bey, Ali Bey, Ali Bey’in oğlu Ahmet ve Devaz isimli bir adamıyla beraber... İran’a geçme niyetindeler... Nuh Bey’in ayrılmasından sonra, haber veren adamın söylediğinin doğru çıkması ve askerin gelmesi... Kuşatmanın yarılması... Şu, bu... Netice’de Kösor dağlarındaki çatışmada İzzet Bey, Sıddık Süleyman ve Devaz öldürülür ve başları kesilerek Muş’a getirilir.
Mağara, dar yollar diye tasvir edilen bir mekân... Süleyman, daha önce bir meseleden dolayı silâhı İzzet Bey tarafından alınmış, fakat “dar zamanında Beyini terketti!” demesinler gururuyla onun yanından ayrılmayı bu badireden çıkma vâdesine ertelemiş ve peşine düşmüş bir adam... Ve çatışma boyunca silâhı kendisine verilmemiş... İzzet Bey’in vurulmasından sonra silâhını alıyor ve onun başucunda çatışmayı sürdürerek vuruluyor... Derviş Bey, nişancılıkta nam salmış biri... Kurşunu bitince yakalanıyor... Kendisine bir kıvırma payı gibi, “sen hiç nefer öldürdün mü?” diye sorulunca, “çok!” diyor; “gidin bakın, alnından kim vurulduysa benimdir!”... Ali Bey ve Ali Bey’in oğlu Ahmet, bir köşeye sinmiş, “biz onlarla beraber değildik, rızamız dışı getirildik!” hilesiyle, hiç kurşun atmıyorlar ve Derviş Bey’de, “benim en önce sizleri vurmam gerekirdi!” pişmanlığı... Neticede onlar da kelleyi kurtarmıyor ve kurşunlanıyorlar.
Muş’a getirilen kesik başlar... Kürt şövenistlerinin başucu eserlerinden, Kürt şairi Ciğerhun’un yazdığı “Şer Şere Cı Nere- Aslan Aslandır Ha Erkek Ha Dişi” isimli destana mevzu sahne: Musa Bey’in kızkardeşi Gülnaz Hanım’a psikolojik zulüm yapmak maksadıyla, kesik başlar jandarma karakolunda yere dizilir ve tanıyor musun hikâyesiyle davet edilir... Gülnaz Hanım vakur bir edada içeri girer, ellerinin tersi belinde, kesik başlara yaklaşır... Ayağıyla İzzet Bey’in kafasını iter: “Bu benim kardeşimin oğludur!”... Sonra ikinci kesik kafayı ayağıyla iter: “Bu da benim oğlumdur!”... Üçüncü kesik kafaya gelince, mahzun bir şekilde mırıldanır: “Buna yazık olmuş, hizmetkâr-askerdi!” Ve başta kumandanları olmak üzere orada bulunanlara çalımla döner: “Erkek, koç gibi bıçağa gelmek içindir!” der... Ve oradakilerin buz tutmuş sükûtu içinde, aynı vakur ve çalımlı eda ile çıkar gider!..
Gülnaz Hanım’ın oğlu Sıddık... İzzet Bey’in, “Hizanlı Şeyh Selâhaddin” diye tanınan Şeyh Selâhaddin’e uğradığı yer, Bitlis’e bağlı Hizan Kazası veya Köyü... İzzet Bey oradan ayrıldıktan sonra Muş ovasından Kösor’a gidiyor, oradan Ahlat’ın Kers Köyü’ne... Kösor’un Nurhak deresindeki çarpışmada, İzzet Bey’in yanındaki iki ağır yaralı kalıyor, gerisi kuşatmayı yarıp geçiyor... Kers’e geçerken, nokta!..
Bizim aile, babaannem, babam ve halam, Muş’tan Konya’ya mecburi iskânla sürgün geliyorlar... Şanlı Hamidiye Paşa’nın kızı ve namlı İzzet Bey’in hanımı Hanife Hanım, yani babaannem, biri bir diğeri üç yaşındaki iki çocuğu ve sürgüne yollanan diğer yakınları ile Konya’da... Basiretli ve hakim tarafıyla, çevresindeki kadın ve çocukların, onun tedbirine bakan bir yanı var!..
Sultan Abdülhamid Han Hazretlerinin paşa yaptığı üç isim... Doğu’daki «Hamidiye Paşaları»... Hayderanlı aşiret reisi Kör Hüseyin Paşa... Milân aşiret reisi Viranşehirli İbrahim Paşa... Fatin Rüştü Zorlu’nun babası olmasından başka bir malûmat sahibi olmadığım Derizorlu Rüştü Paşa!.. Fatin Rüştü, Demokrat Partinin asılan Dışişleri Bakanı!..
Viranşehirli İbrahim Paşa, Abdülhamid Han Hazretleri devrildiği zaman, onu yerine geçirmek için İstanbul’a yürümek isteyen, ancak diğer paşaların kendine katılmadığı... Ve zannedersem İttihatçılar tarafından öldürülen gerçek bir erkek adam!..
Hüseyin Paşa ile ilgim, tabiatiyle silik... Beni o cihete döndüren tek dava, hanımlarından birinin, aynı zamanda babaanneme sütannelik yapması... O Hanım’ın, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kardeşi olması!..
Hanife Hanım’ın anlattığı hikâyedir: Dedemin, hükümetle arası bozuk olduğu zaman... Muhacir oluyorlar... Baba evine gelecek... Kucağında, henüz yaşını doldurmuş babam... Maiyetteki adamlar ve bazı ev üyeleriyle Hüseyin Paşa’ya gelirken, yolda müthiş kar yağıyor... Tipiye tutuluyorlar... Ve bir ân geliyor, gözgözü görmez şartlarda yolu kaybediyorlar; 1-2 saat sonra farketmişler ki, dağı dolanıp aynı yere gelmişler... O beyaz kıyamet şartlarında, artık iyice ümitleri kaybolma durumunda... Bir atlı, babaannemin kucağından babamı alıyor... Kim olduğu belirsiz... Kafile birkaç saat sonra yerine vardığı zaman, babamın yanan ocak başında küçük yatağa yatırılmış olduğunu görüyor... Evdekiler, bir atlının birkaç saat önce gelip onu teslim ettiğini söylüyor... Kafile, o badireden birkaç saat sonra kurtulabildiğine göre?.. Kimdi?.. Kimdi bu kundaktaki çocuğu donmaktan kurtaran?..
Babaannem, bunu bana birkaç kere anlatmış ve eklemişti:
- «İmdada yetişen Hızır’dı!»
Ve, kızından olan torunlarının bu bahislerdeki hafifliğinden olsa gerek, demeden edemezdi:
- «Sen hakikaten dediğime inanırsın?»
Daim onlarla haşır neşir ve beni seneden seneye veya birkaç senede bir görmesi, birazda kızının torunlarını bizden çok sevmesi veya beni pek sevmemesi, onu benden habersiz kılıyordu... Herhâlde anlaşıldı: «İnanırsın» sözü, «inanır mısın?» mânâsına!..
Hanife Hanım, 30 yaşında iki çocuklu dul kalıp onları yetiştirme çabası içinde Konya’da... Babam 16 yaşında astsubay çıkıyor... Halam evleniyor; ve Hanife Hanım, onsuz olamadığı onunla... Onsuz olamıyor ve ömrü hep, bir odanın içinde... Nerelerden gelip ne hâle düştüğüne âit şu sözü, kendi şivesiyle, basitliği içinde derindi:
- «Dünya dünya olmuş, biz de içine konmuşuz!»
Dünyanın bu hâlleri hikmetine, şunu da eklerdi:
- «Allah’ın hikmeti: Bir bakarsın yukardasın, bir bakarsın yerdesin; tahteravalli!»
Bir keresinde kendisine, Kürt edebiyatının Fuzulîsi Ahmed Hani’yi sormuştum... Kürtçe birkaç beyit okuduktan sonra, «bugünün cahil gençleri» sırasında bana şöyle demişti:
- «Memu, Zin’e aşık olmuş... Ama o hakikatli aşk, şimdikiler gibi değil!» (14)
Babaannem, rahmetli Hanife Süphandağı... (...) Rahmetli Babaannemin annesi, Hazret-i Ebu Bekir soyundan... Ve Babaannemin süt annesi de –aynı zamanda Babasının diğer eşi olur-, Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi... Yani Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, Babaannemin dayısı olur!..
Hazret-i Ebu Bekir soyundan gelenlerin, öldükleri zaman ayaklarının tabanında, mühür gibi bir siyahlık olurmuş... Mağara izi... Babaannem, “acaba benim tabanımda da o mühür çıkacak mı?” diye merak eder ve “ben ölünce tabanıma bakın!” derdi... Ve onun tabanında da sözkonusu mühür!..
Muştaki Alaaddin Paşalar sülâlesinden biri ziyaretime geldi... Kerem Bey... Benim amcaoğlu Remzi Yalçın ile görüşmüş ve diyor ki, “bize mezar taşlarından başka bir şey kalmadı, bitti derken, çok şükür Allah’a senin gibi bir insanla filiz sürüyor!”... Abbasiler’den gelen kol olarak biz Alaaddin Paşalarla aynı sülâleden imişiz...
Remzi Yalçın’dan müthiş bir şey öğrendim; dedem İzzet Bey’in dedesi Mirza Bey, Veysel Karanî Hazretlerinin türbesinde gömülü imiş!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder