Ömer Özkaya: " Ankara Türkiye’yi Taşıyamıyor!.."

Ömer Özkaya: "Salih Mirzabeyoğlu, Türkiye'yi yönetecek birkaç liderden biri olarak görüldüğü için bu işkenceye maruz kaldı!"



Ömer Bey, kitabınızın 2001 yılında yayınlanan ilk baskısının önsözünde şöyle demişsiniz: “Zihin kontrol projesi üzerine uzman olan bir tanıdığım, Salih Mirzabeyoğlu’nun intihar etmesi üzerine, beni telegram konusunda aydınlatmaktan vazgeçti.”. Bu arkadaşınız, niçin size yardım etmekten vazgeçti acaba, sorabilir miyiz?
Aslında, o program daha önce yapılacaktı fakat, o sırada Salih Bey’in bu meselesi ortaya çıktı. Ve dediler ki; “biz bu programı bir süre erteleyelim” çünkü “şu anda yaparsak İBDA-C’ye destek gibi olur.” Dediler. Ben de “programı yapacak olan sizsiniz. Size ille de hayır şimdi olsun diyemem” dedim. Destekten vazgeçenlerden bir arkadaş İstanbul Üniversitesi’nde, diğeri de Boğaziçi Üniversitesi’nde görevliydi. Onlar da o zaman aynı kaygıyla…
“İBDA-C Terör Örgütü’ne destek verirmiş gibi olmamak için”…(!)
Doğrusu “terör örgütü” ifadesini kullanmadılar da, hani İBDA-C deyince biraz “şey” yaptılar… Onlara destek veriyormuşuz gibi bir ortam doğar diye düşündüler…

Psikolojik baskıların altında kaldılar.

Evet.

Bu da bir nevi hakikati tersinden gizlemek değil mi?

Tabii ki. Şimdi ben şöyle düşünüyorum: Biliyorsunuz kaçakçılar yasak bölgeden geçmeden önce, oranın mayınlı bir saha olup olmadıklarından şüpheleniyorlarsa, oradan bir koyun, keçi yada eşek alırlar ve onu o sahaya sürerler...

Bölgeyi “temizlerler”…

Evet. Mayın varsa patlar, yoksa onlar o ize basarak geçerler. Şimdi insanımızın zihni etrafına çok ciddi bir şekilde mayınlar döşenmiş durumda. Bu toprakların insanlarının zihinleri kısırlaştırılmış. Birilerinin her türlü riski göze alıp, halka bir takım gerçekleri açıklaması gerekiyor. Bunu da önce bilim adamları “aydın” dediğimiz insanlar yapmalı. Fakat Türkiye’de sistem, bürokratı, askeri, herkesi bir havuçla oyalıyor.

Havuç-sopa politakası..

Daha doğrusu şöyle: Yarış atı yapılacak atlar, küçükken –koşuya alıştırılmak için- boynundan yukarı doğru uzanan bir sopanın ucuna havuç bağlarlar. Yavru at, havucu yakalamak gayesiyle koşmaya başlar. Böylece koşmayı öğrenir. Bundan mülhem, bürokrata diyor ki; “şef olmak istiyorsan önüne gelene imza at!..” “Terfi almak istiyorsan ‘evet’ de…” Profesörsen “konuşma, seni Ordinaryüs yaparız” filan… Seksen yıldır Türkiye, uluslararası mânâda ne bir edebî eserimiz var, ne fizik ne de kimya sahasında bir eserimiz var… Şu ânda toplumun geldiği yer belli: Bileziği için babaannesini kesen binlerce insan ürettik. Bunlar bu sistemin ürünleri!..

Mevzuunda şahsiyetli insanların öne çıkması bir şekilde engelleniyor… Şimdi, toplum mühendisliği yapması gerekenler, bunu yapmıyorlar. Veya “toplum mühendisliği”ni toplum için değil de, Batı hesabına, bu milletin aleyhine yapıyorlar diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Şimdi dikkat edin televizyonlarda, gazetelerde yani halkı eğitmesi gereken o araçlarda, “danışman”, sözüne danışılan-güvenilen tipler hep aynıdır. Bu magazinde de hep aynı tiptir, sporda da hep aynı tiptir, uluslararası ilişkide de hep aynı tiptir, politikada da hep aynı tiptir…

Fabrikasyon tipi!..

Bunları toplasınız yüz kişiyi geçmezler. Bu yüz kişi kanallara, gazetelere dağılmışlardır. Mesela Sabah’taki Cumhuriyet’tekini ağırlar, Cumhuriyet’teki Sabah’takini ağırlar… Bir şekilde bunlar birbirlerini destekler. Bu tip insanlar, yani toplumu eğitmesi gereken insanlar veyahut ta birilerinin “sen çok büyük bir köşe yazarımızsın” yada “sen bizim kültür noktasında baş danışmanımızsın” dediği insanlar… Bu tipleri biz belirlemedik!.. Bu toprakların insanları belirlemedi o insanları. Onları birileri belirliyor ama halk bunu bilmediği için, onları politika, siyaset, ekonomi sahasında, yada başka sahada “danışman” zannediyor. Bunlar da zaten bir takım güçler tarafından belirlenip, seçilip eğitiliyor ve derslerini almış olarak geliyorlar buralara. Böylece toplumu belirli bir seviyenin altında tutuyorlar. Şimdi uluslar arası ilişkilerde Türkiye’nin ne gibi bir ağırlığı var? Hiçbir ağırlığı yok!
Diyorlar ki; “Afganistan’a asker gönder!”
“Peki”
“Lübnan’a asker gönder!”
“Peki”
“Irak’a asker gönder!”, “Okey”… Şimdi -çok affedersiniz- İsrail’in iki tane sıpası kayıp. Ardından hemen ülkeye giriyor. Ve diyor ki, “Kardeşim ben devletim, adamıma sahip çıkarım, operasyonu yaparım. Senin Birleşmiş Milletlerin filan da beni ırgalamaz.” Bizim Güneydoğundan her gün on tane tabut geliyor… Ankara ne yapıyor? Ankara Türkiye’yi taşıyamıyor!.. Ben bunu şuna benzetiyorum: Her erkek eşinin güzel olmasını ister. Ama o erkek, o güzel kadını taşıyamazsa, o nimet ona hep belâ getirir. Ankara o güzel kadını taşıyamayan zayıf bir erkek gibi, Ankara Türkiye’yi taşıyamıyor!..

İktidarsız bir “erkek” yani!..

Şimdi, tarihin, coğrafyanın bize yüklediği misyonlar var. Biz istediğimiz kadar reddedelim. Kosova’daki adam bize bakıyor, Mısır’daki bize bakıyor…

Fas’taki bile bize bakıyor!..

Evet… O da bize bakıyor ama sen bu mirası reddediyorsun. Ne kadar reddetsen de, şartlar sana bunu zorluyor ve diyor ki: “kardeşim bana bakman gerekiyor” Mesela Çeçenistan… Ama Ankara bunları taşıyamadığı için, Norveç gibi Finlandiya gibi Rum kesimi gibi uyduruk küçük devletler bile “seçimlerde şöyle oldu, sen bunu böyle yaptın…” tarzında beyanlarda bulunabiliyor. İşte bu bile Ankara’nın Türkiye’yi taşıyamadığını gösteriyor.

Bütün mesele de zaten buradan kaynaklanıyor…

Evet… Bir defa Ankara’yı bir derleyip toparlamamız lâzım. Bu da yine bizden geçiyor. İyi kadrolar yetiştirmemiz lâzım. Onurlu, dik duruşlu.. Tabi bir insanın onurlu olabilmesi için, -burada devleti şahısa indirgersek- bir defa borçlu olmaman gerekiyor. Türkiye’nin o kara delikleri kapatmadan dik durması mümkün değil. Önce o hırsızlıklara bir son vermek gerekiyor. Peki bu nasıl olacak? Hırsızlıktan beslenen bir takım sistemler var. Bunlar ciddi güçler. Bu kara delikleri kapatmak olay da değil. Ama ne yapıp edip, bunu yapmak gerekiyor.

Bedel istiyor…

Ben şuna benzetiyorum Türkiye’nin durumunu: Bir balık düşünün. Balığı yakalaman için kancaya solucan takman lazım. O solucana aldanmış o balık Türkiye. Kancayı yutmuş!. Bir tane de değil; sekiz on tane kanca… Şimdi kancayı yutmuş balık suyun içinde… Yukarıya çekmemişler. Ama onun hayatı yukarıdaki adamın parmaklarının ucunda… Şimdi Türkiye bu durumda bir çok açıdan kancayı yutmuş…
Türkiye’nin önünde iki durum var… Bir; ya yukarıdakinin müsaade ettiği kadar yaşayacak ya da çenesi, ciğeri parçalanmak uğruna çekip kancayı çıkaracak. Türkiye’nin buna karar vermesi lâzım. Maliyeti ne olursa olsun kancaları koparıp, onurlu bir yaşamaya geçmeli Türkiye… Türkiye oltalardan kurtulmak için çenesinin dağılmasını göze alacak…

Aynen öyle…

Evet… Şimdi “Siyon Protokolleri”nin maddelerinden birisidir, diyor ki; “biz onları geçim gayesiyle oyalayacağız.” Ne yazık ki şu cennet ülkede insanlar cehennem hayatı yaşıyor. Niye? Plânını programını doğru yapamadığı için. Bir aile babası düşünün ailesini geçindiremiyor. Onun gibi… Milyonlarca insan çalışıyor ama yine de geçinemiyor. İnsanca geçinemiyor.
“Ben bu ayın kirasını nasıl öderim” ya da “çocuğun servis parasını nasıl toparlarım” diye düşünen bir adama sen “Çeçenistan’ı düşün, Kosova’yı düşün” diyemezsin çünkü, istese de düşünemez. Bu yüzden de şu topraklar üzerindeki, Anadolu’daki insanların ne düşündüğü Londra’dakini doğrudan ilgilendiriyor. Moskova’yı doğrudan ilgilendiriyor...
Biz desek ki, “Ey dünya! Bizi kendi halimize bırakın. Sizinle hiçbir alacağımız vereceğimiz yok!” Hayır bırakmazlar. Mümkün değil. Çünkü biz öyle bir coğrafyadayız.

Tarihî misyon ister istemez zorluyor bizi… Şimdi mevzumuza dönecek olursak,kitabınızda merhum Haluk Nur Baki’nin güzel tespitleri var. Telegram için “modern büyüdür” diyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun da böyle bir tespiti var. Bir takım hakikatleri yakalamış, Rahmetli Nurbaki! Mesela insanların kafasında oluşan “herkes denetim altında olacak, herkese uygulanacak” gibi şüphelerin önüne geçmeye çalışmış. Bunun herkese uygulanması öyle basit değil. Evet böyle bir gayeleri var ama, Allah onlara imkân vermediği sürece yapamazlar.

Evet. Bu inançla ilgili bir şey. Mesela bereket meselesini biz bir inançsıza izah edemeyiz. “Nasıl bir şey bu. Yiyeceksin ama bitmeyecek?!..” gibi… Zihin Kontrol meselesin de Haluk Nur Baki Bey’in açıklaması inançla alakalı bir şeydi. Bu açıklama Kur’ân’ı bilmeyen yada “Ben İslâm’a inanmıyorum” diyen birisine saçma gelebilir. Veya “Ben inanıyorum ama Kur’ân’da böyle şeyler olmaz” diyen de olabilir. Zaten bence Türkiye’de çok acil bir şey yapılması gerekiyor.: Kur’ân yeniden okunmalı ve incelenmeli. Kur’ân şu anda İlahiyat Fakültelerinde okutulduğu gibi değil. Bir ilim kitabı olarak ele alınmalı. Zaten bizim en büyük hatamız, Kur’ân’ı “bir dua kitabı, bir mezar kitabı” zannetmemiz…

Biliyorsunuz, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “İslâm yenilenmez. İslâma muhatab olan anlayışın yenilenmesi lazım” tarzındaki ikazı…

Tabii ki… Fakat benim kastettiğim şey değişiklik filan değil. Ya da Kur’ân’ın doğruluğunu ispat etmek değil. Böyle bir görevimiz yok. Birileri o işle ilgilensin. O bizim için sağlam bir kitaptır. Kur’ân’a nasıl bakmalıyız. Onu bilmemiz lâzım. Konumuzla da alakalı olduğu için şöyle bir örnek vereyim: Boğaziçi Üniversitesi’nde birkaç yıldır bir deney yapılıyor. Deney şu: Bir köpeğin iki bacağı kırılıyor. Birisi normal iyileşmeye bırakılıyor, diğerine ise elektrik sinyalleri gönderiliyor. Elektrik sinyalleri gönderilen bacak daha hızlı iyileşiyor.
Şimdi Kur’ân’da bazı kıssalar vardır. Meselâ, savaş meydanında bir asker yaralı olarak düşmüştür. Peygamber gelir, elini yaraya sürer ve yara iyileşir. Şimdi biz onu dua kitabı diye okuduğumuz için anlamıyoruz. Mesele şu: Peygamberin gelip elini oraya sürmesi yaraya elektrik vermesidir. Ama biz bunu laboratuarda beş yüzyıl sonra yeni yeni görüyoruz. Veyahut da gprs var. Kablosuz internet. Bu biraz vahiyi andırıyor. Hiçbir bağlantı olmadan size bir takım verilerin akması… Veya Kur’ân’da bazı ayetler vardır. Meselâ der ki: “Biz Süleyman’a hikmet verdik. Rüzgarla konuştu.” Ama şunu demiyor: “Biz Süleyman’a kurs verdik altı ay, rüzgarla konuşmayı öğrendi” demiyor. “Hikmet verdik.” İfâde bu... Şu anda bizzat Bilderbegçilerin bizzat yönlendirdiği ve içinde olduğu bir çalışma var. O cep telefonlarına takılı olan çipler gibi, onların elektronik devreleriyle, beyindeki o sinir uçlarıyla arasında bir irtibat kurulmaya çalışılıyor. Kısmen yapıldı. Ama arzu edilen seviyede değil. Bu tamamen başarılırsa ne olacak? Meselâ size çipi takacaklar siz matematik profesörü olacaksınız. Kur’ân’da diyor ya: “Biz O’na hikmet verdik, rüzgarla konuştu.” Dikkat ederseniz orada uzun bir süre yok. Hikmet verdik. İki kelime. Bu anlık bir şey. Ben “Hikmet verdik”i şöyle yorumluyorum: “Ona çipi taktık. Rüzgarla konuştu” gibi yorumluyorum.

Şimdi “Yeni Dünya Düzeni” veya “Telegramcılar”ın sapıkça anlayışı şu: Nihayetinde bir ilâhlaşma iddiası. “Ben insan yaratırım” sapıklığı. Bu da Allah’ın onlara ancak izin verdiği kadar olacaktır. Allah’ın müsaade ettiği yere kadar oynayacaklar “tanrıcılık”larını!.. Bütün gaye o “biz insan yaratırız!”…

“Üstün insan”

Evet… “Biz yaratırız. Biz Allah’la savaşırız!” bütün gayeleri işte bu!.. Büyüyle karıştırılmış teknolojiyle insanın o sırları açığa çıkartılıyor. Allah Resulü’nün “ahir zaman alâmetleri”ne dair bildirdiği şeylerden biri de; “Allah onlara ölüyü dirilttim deme imkânı da verecek” sözü… Geçtiğimiz yıl, gazetelerde bir haber çıkmıştı: Bir köpeğin damarlarındaki kanı tamamen boşaltarak fizîken ölü hâle getirmişler ve üç saat sonra tekrar kan vererek köpeği canlandırmışlar. Burada, “imân” dâvâsı ile ilgili çok dikkat edilmesi gereken bir yerde, insanlar. Acaba, Allah’a olan imânları sağlam mı değil mi? Bu sorunun cevabı aranıyor bir imtihan hâlinde… Yani, Metafiziği fizikleştirme çabaları… Kur’ân’da, Kur’ân’ın vasıflarından biri olarak; “Mü’minlere şifadır, imânını arttırır, kâfirlerin de küfrünü arttırır” meâlinde bir ayet var mâlumunuz… Şimdi, aslında bu insan üzerinde yapılan bu incelemeler, araştırmalar gerçekten insanın o kadar mükemmel bir varlık olduğunu gösteriyor ki, yaratılmış olan insan, 2000’li yıllarda hâlâ insana dair yeni şeyler keşfediyor. Bütün bunların sonucunda olması gereken şey, insanın Yaratıcı’nın karşında ne kadar aciz olduğunu idrâk etmesi… Ama kâfir buna tersine bir mantıkla bakıyor. Yani keşfettiği şeyi kendinden menkul, kendinden bir şey gibi görüyor. Halbuki o, sadece keşfediyor. Keşfetmek farklı, yaratmak farklı bir şey!.. Sizin kitabınızda da çokça bahsettiğiniz “beyindeki bir takım noktaların harekete geçmesi” falan filan… İnsanlar daha bunları yeni keşfediyorlar.

Doğru. Türkiye bu konuda bir hayli geç kaldı. Bu kitabın yayınını engelleme çabaları oldu. Ben o zaman bu meseleleri bilen birisine gittim. Genelkurmay’da danışmanlık yaşmış birisi… “Bunu engelleme çabaları var. Bu Türkiye’de yeni ama Avrupa’da bir sürü yayın var bu konuda. Ve ben “halen yürüyen” bir şeyi de bozuyor değilim. Bu bilinen bir sistem. Buna neden karşı çıkılıyor” diye sordum. Cevap çok ilginç. Dedi ki: “Bu konu Avrupa’da, Amerika’da biliniyor olabilir ama acaba Türkiye’de bilinmesi isteniyor mu?”
Şimdi, Hasan Mezarcı olayı basit bir olay değildir. Çok ciddi bir olaydır. Hatta ben bu konuda bir konferans verdim ve dedim ki: “Siz Türkiye Devleti’nin idarecilerini sadece fizikî olarak koruyorsunuz. ‘Kimse domates atmasın, yumurta atmasın”diye... Ama metafizik açıdan da korunması lazım. Bir bakmışsınız ki Başbakan bir sabah kalkıp “ben peygamberim” diyor!.. Bunu Genelkurmay Başkanı’na da yapabilirler.
Şimdi Salih Bey’in başına gelen hâdise… Bunu kim yapıyor? Ciddi olarak bunu ben de merak ediyorum ama şunu biliyorum ki; Salih Bey’in üzerinde uygulanan “deney”den birinci maksat O’nu “Atatürkçü” yapmak!..

“Dinsizleştirmek”…

Şimdi Salih Bey çıkıp “Atatürk çok büyük bir komutandı” dese, olay biter.

Malûmunuz, bir hücrede yapılan şey diğer hücrelerde de etki gösteriyor. Hedefi o olsa bile, diğerleri de mutlaka etkileniyorlar. Böyle de bir şey var. Kartal’da ilk defa bu hâdise Salih Mirzabeyoğlu’nun başına geldiğinde, zaten “intihar hâdisesi” de olmuştu.

Tabi tabi… Zaten cihad için yola çıkmış bir insanın intihar girişimi ateşle su gibi bir şeydir.

Kumandan’ın o olaydan sonra açıkladığı şey şudur: “Düşünün ki bir insan saatlerce kolundaki damarı parçalamaya çalışıyor!..” Hedef kendisini bizzat yok etmektir. Buradaki gaye şudur: “Ya duruşmaya çıkacaksın ve her şeyden pişman olduğunu, Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olduğunu ve laikliğin en iyi sistem olduğunu ilân edeceksin, yada kendini yok edeceksin!” O da, ideolojik bir tavır takınıyor ve kendini “yok etmeyi” tercih ediyor.

Zaten bu sistem rasgele insansa uygulanmaz. Mesela Hasan Mezarcı siyasî açıdan sevelim sevmeyelim bir idoldü. Ama bu adam aklı başında bir milletvekiliydi. Açıkoturumlara çıkıyordu, açıklamalar yapıyordu, gazetelere manşet oluyordu… Bir takım araştırmalar yapıyordu…Ve dikkat edin, bu tür şeyler genelde cezaevindeki insanlara yapılır. Çünkü cezaevindeki insanlar korumasızdır. Birilerinin kontrolündedirler. Orada onlara “istedikleri şeyleri” yapabilirler. Hasan Mezarcı’nın başına gelen hâdise de cezaevinde başlamıştır. Yani nedir? O’nun anlattığı şu: Hasan Mezarcı cezaevindeyken bir rüya görüyor ve ona rüyada diyorlar ki “sen insanların beklediği Mesihsin. Senin peygamberliğin alameti bu asâ. Bu asâ Mekke’nin filanca yerinde gömülü… ” Hasan Bey cezaevinden çıktıktan sonra, şu anda elinde taşıdığı bastonu Mekke’de o rüyasında gördüğü yerde buluyor. Burada bir organizasyon var. Bir: Bu rüyayı ona gösteren kim? O bastonu oraya gömen kim? Hasan Mezarcı –sevelim sevmeyelim- Türkiye’de belirli bir kesimin önde gelen isimlerinden biriydi. Ve demiş oldular ki “bak biz senin idolünü ne yapıyoruz!”

Maskara yapıyoruz!..

Salih Bey üzerinde yapılan deneylerde de bu maksat vardı. Ama doğrusu ,cidden –röportaj olduğu için söylemiyorum- bu sistemin kim tarafından yapıldığını merak ediyorum ve Türkiye acaba teknolojik olarak bu seviyede mi onu da bilmiyorum.

Önce Kartal’da başlayan bu uygulama şimdi de 15 aydır Bolu’da devam ediyor. Bir kere özellikle yalnız olmasına dikkat ediyorlar. Sesler geliyor. Sizin kitabınızda da ayrıntılı olarak açıklanmış. Aynı odada 10 kişi de olsanız bizzat O’nun kulağına gelen sesler var. Dolayısıyla bunu denemesi lâzım. Hücrede yaşadıklarını ve gelişen hadiseleri anlatacak ve gösterecek ancak, cezaevi idaresi, ya işin ciddiyetinde değildi, yada, telegram ekibi içindeydiler. Zaten Kartal’da ilk çektiği sıkıntı budur. Bunu onaylatamadığı için böyle bir problem yaşamıştır. Mevzu hâllolduktan sonra yani, işi anladıktan sonra zaten olay çözülmüştür. Şimdi bunu üzerine uygulamak istedikleri insanın bir şifresi var. Bu şifreyi çözmeye çalışıyorlar.

Evet. Doğru…

Ama bizim gördüğümüz, Mirzabeyoğlu’nun da onların şifresini çözdüğü… Bu bir ilktir. Hatta ben Kartal’dayken “200 milyon dolarlık projenin içine ettin.” Dediler. Çünkü insan kendisine yapılan şeyi anladıktan sonra artık, şifreyi çözüyor. Tabi bu basit değil.

Kolay değil…

Evet kolay değil bu. Şimdi karşı tarafın da bu mânâda bir şifresi var mıdır?

Doğrusu şu. Şimdi sizin üzerinize yapılan bu yayına altı ay, yedi ay, sekiz ay gibi bir süreyle dayanmış olmanız demek, sizin bu mücadeleyi kazandığınız anlamına gelir. Ama o zihinsel disiplini devam ettirmek lâzım.

Tabii…

Az önce dediğim gibi “inanç meselesi. Mesela abdestli dolaşmak sizin bu yayınlara girmenizi engelliyor. Bir de şöyle bir şey var tabi. Şimdi “Gizli Servis”ler teknolojinin dışında cinleri de kullanıyorlar. Yalnız bu cin meselesinin Türkiye’de iyi anlaşılabilmesi için bir şeyin değişmesi lâzım… Bizim insanımızın zihnine cin meselesi; böyle uzun kulaklı, ters ayaklı bir yaratık diye kodlanmış. Cin bu değil. Cin elektromanyetik bir varlık. İstediği şekle girebilir. Türkiye’de televizyon ilk yayına başladığında -veyahut ta dünyada bilmiyorum- yani televizyon yeni çıktığında Said-i Nursi’ye diyorlar ki “Efendim, davul gibi bir alet var. Ankara’daki adam konuşuyor ve biz izliyoruz.” O da diyor ki “oğlum o dediğin şey cin” O zaman O’na gülüyorlar insanlar hocaya... Şimdi televizyonda yayın olmadığında, ekranda minik minik noktacıklar görürüz. Onlar elektronlardır. Biz sesi ve görüntüyü onların üzerine bindirerek gönderiyoruz. Örneğin İspanya’da canlı futbol maçı oynanıyor. Biz ekranda bunu izliyoruz. Futbolcu diğerine çelme takıyor o “ah” diye bağırıyor, biz üç saniye sonra buradan dinliyoruz. Bu nasıl oluyor? Kur’ân’ da geçen “Belkıs’ın Tahtı” gibi bir şey… Görüntü ve sesin, başka bir yere aktarılması olayı. Yani “Gizli Servis”ler teknolojinin dışında bu yöntemi de kullanıyor. Zaten tarihteki ilk “zihin kontrolcü” şeytandır. Hani biz ona vesvese diyoruz. “Cinlerin ve şeytanın vesvesesinden sana sığınırız.” Diye dua ediyoruz. Şeytan insanın zihin frekansına girer ve vesvese verir. Bu vesvese birisini öldürme, hırsızlık yapma, zina… Her şey olabilir. Ama şunu iyi bilmek lâzım. İnanmayanların insanların şeytan gibi güçlü bir “dost”ları var.

Evet…

Bu çok önemli. Çünkü şeytan bazen gelir. Onun kulağına bir şey fısıldar. Şeytan ona fısıldar o da yapar. Normal insanlar da şaşırır. “Şeytanın bile aklına gelmez” dediğimiz ifade buradan gelir. Onların şeytan gibi bir dostları var. Gizli Servisler bu tür meselelerde cinleri de kullanıyorlar.

Sadece cinler değil tabii... Cinlerle beraber parapsikoloji, teknoloji içiçe. Kumandan’ın “modern büyü” dediği şey. Şu andaki şey, eski büyülerden biraz daha geliştirilmişi… Ahir zaman şartlarını yaşadığımızdan dolayı… Az önce de bahsettiğimiz gibi, ilahlık taslıyorlar, “insan yaratma” iddiasındalar. “Kainata tahakküm edeceğim, ömürleri uzatacağım” vesaire… Dolayısıyla “kontrol de ederim, bilmem ne de yaparım, ilah da olurum”… hikayesine doğru gidiyor bu iş!..

Şimdi Türkiye’de bu tür meselelerin iyi anlaşılabilmesi için, sadece bunun değil, bir çok meselenin iyi anlaşılabilmesi için, şu üç kitabın iyi bilinmesi gerekiyor: İncil, Tevrat ve Kur’ân-ı Kerim… Çünkü dünyadaki bütün fikir hareketleri Cami, Kilise ve Havra’dan çıkar. Komünizm, kapitalizm, liberalizm… Yani ne kadar “izm”ler varsa bu kitabların türevleri ve yorumlarıdır. Dünyadaki meselelerin anlaşılabilmesi için bu üç kitabın iyi bilinmesi lâzım. Fakat biz Müslümanların bir hatası var; diyoruz ki “İncil papaz uydurmasıdır.” Evet bu doğru ama Avrupa Birliği İncil’e göre idare ediliyor. Bizim Avrupa Birliği’ni anlayabilmemiz için İncil’i bilmemiz gerekiyor. Tevrat “Haham uydurmasıdır” Bu da doğru. Ama dünya Tevrat’a göre dönüyor bugün. Bilmemiz gerekiyor. Kendi kitabımızı da bilmiyoruz. Meselâ Kehf süresinde diyor ki: “Şimdi senin gözünden perdeyi kaldırdık. Artık daha iyi göreceksin.” Şimdi bunu bir dua diye okuyabilirsin. Ama ben bunu bir gece görüş dürbünü olarak görüyorum. İki tane adamı yan yana koyun. Birine gece görüş dürbünü verin. Biri karanlıktan ormanı göremez. Diğeri ise ormanın içinde oynaşan tilkileri görür.

Bunu, bu mânâda sınırlandırmak da mümkün değil!.. Bu sadece insanın sahib olduğu bilgiyle alakalı…Belki otuz sene sonra bunun mânâsı daha başka bir şey olacak.

Şimdi mevzuunda uzmanlar o ayeti gördüğünde çok farklı yorumluyorlar. Mesela derste kendi aramızda meal okuyup bilgilerimizi paylaşırken, “Allah, buğday başağına bire on verir”i gördüğümüzde onu sevap olarak algıladık. Ama içimizde bir ziraat mühendisi arkadaş vardı. Hayranlıkla dönüp şöyle konuştu: “Daha önceden hiç dikkat etmemiştim. Bu müthiş bir ayet. Şu ânda buğdayın verimi bire dört filan... Demek ki, Allah bire on veririm değine göre biz, buğdayı “bire on” verebilecek kapasiteye göre yetiştirmemiz gerekir”! Bunun gibi, bu bakış açısı sizin söylediğinizle de uyuşuyor. Yani insanlar uzmanlık alanlarına göre bir anlayışa sahib olmalı…
Evet. Ben bütün bunları şunun için anlatıyorum. Bu “Zihin Kontrol” meselesi Kur’ân’da da çok sık geçen bir mesele. Şeytanın vesvesesi meselesi. “Gizli Servis”ler o teknolojinin dışında metafizik güçleri de kullanıyorlar. Yine inançlı olmaktan bahsedeceğim. Abdestli olmak sizin zihin kontrole yakalanma riskinizi azaltıyor.

Evet manevî kuvvet şart. Tam bir karşı metafizik cephesi...

Kesinlikle… Meselâ Eski İsrail Başbakanlarından birinin çok güzel bir sözü var, diyor ki; “ Biz kitabı koruduk, kitab da bizi korudu.”

Adam tersinden de olsa inanıyor sonuçta!..

Evet… İsrail… İsrail ne demektir? Bir çok insan bilmez bunu. İsrail şöyle, İsrail böyle deriz ama İsrail Tevrat’a göre “tanrıyla güreşen ve onu yenen adam” demektir. Bir Yahudi, Yahudi olmayan herkese bu psikolojiyle bakar.

İlah’ın yerine koyuyor kendisini…

Bütün bunlar, “Siyon Protokollerine, dünyayı yönetme meselesine” kadar gidiyor. Onlar da “üstün ırk, zihin kontrol, genetik mühendisliği, parapsikoloji…” kapsamlı bir şekilde bu işin içinde… Fakat insanlar –bilgi bakımından- teknolojinin en az bir on beş yıl gerisinde. Devletler ve “Gizli Servis”ler bir takım cihazları geliştirirler, bunları uzunca süre kullanırlar. Onun üst modellerini geliştirdikten sonra halka verirler. Bu “Zihin Kontrol” meselesinde de Batı hangi seviyede bilmiyoruz. Bu konudaki bilgiler 1980’lerden önceki bilgiler, son 25-30 yılı bilmiyoruz.

Şimdi Türkiye’deki düzenin yekpare bir bütünlüğü yok. Kimisi Amerika’ya, kimisi Almanya’ya, kimisi İsrail’e, İngiltere’ ye filan çalışıyor. Birisinin elinde olan teknik imkân, diğerinde; diğerinde olanı da ötekinde olmayabilir. Kimisinde eskisi, kimisinde yenisi olabilir. Böyle bir karmaşa var. Dolayısıyla merkezî bir otorite olmadığı için, net bir cevap veremeyiz. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na bunu yapanlar her ne kadar kendilerini “merkez” gibi göstermeye çalışsalar da, aslında –mevcut yasalara göre- “yasadışı” bir oluşum. Haliyle kalkıp bunu “merkez”e sorsan “böyle bir şey” yok diyecektir. Demek ki, bu da bir tür çeteleşme var ve her çete kendi imkânları nisbetinde yapıyor pisliğini!..

Şu da olabilir. Salih Bey’e yapılan bu deneyler… Dediğim gibi, kimler ve nasıl yapıyorlar bunu gerçekten bilmiyorum ama, meselâ yurtdışından bazı heyetler gelir ve bunlar bazı sorgulamalara katılırlar. Ben tahmin ediyorum ki Salih Bey’in sorgulamalarına yada gözlemlemelerine dışarıdan katılım olabilir.

Öyle bir ihtimal mümkün olabilir tabii, ama içeriden destek olmadan da bu gerçekleşemez. Zaten kaçak değil, devletin içindeki bir kısım çetelerin işbirliği üzerine… Şöyle söyleyelim. İşin açıkçası, Türkiye’de –Hazreti Ömer’in ; “insanın zekâ derecesini sorduğu sorudan anlarım” diye bir sözü vardır ya hani- bunun gibi sorgulardaki sorulara baktığınız zaman emniyet ve istihbaratın Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA hakkında aslında hiçbir şey bilmediği ortaya çıkıyor. Sordukları sorular, bilgisizliklerini ortaya koyuyor. Dahası soru soramıyor, farkına varıyor, Salih Mirzabeyoğlu anlatıyor ama bunları da anlamıyorlar. Dolayısıyla böyle bir seviyesizlik zaten var. Aylık dergisinde ve ondan önceki dergilerimizde de yayınlandığı üzere, işin hakikati, burada bu seviyesizlik varken, İsrail’de üniversite tarzında bir takım gruplar, Kumandan’ın yazdığı “Tilki Günlüğü”nün şifrelerini bulmaya çalışıyorlar. Böyle bir çalışma içindeler. Yani meseleyi ciddiyetle ele alıyorlar. Ama Türkiye’de maalesef hiçbir mesele ciddi olarak ele alınmıyor. Söylediğiniz gibi “cin mevzuu”nu bile uçuk-kaçık hikâyelerle anlatıyoruz. Hâlbuki, bu işin hakikati bizde iken, Batı bunu kendi içinde ilim olarak kabul edecek kadar bir seviyeye gelmiş durumda. Öyle değil mi?

Biz o mirası reddettiğimiz için, bir çok şeyi dışarıdan görürsek “aaa!” filan deyip sarılıyoruz. Mesela Almanya’da bir çete vardı. Bader minhof çetesi… Minhof’un beyni tam otuz yıl Alman Gizli Servisi’nin laboratuarında kalmış. İki yıl önce mezara koydular. Yaklaşık otuz yıldır, Alman Gizli Servis’i bu beyini çözmeye çalıştı.
Şimdi burada mesele şu: Salih Bey’in çalışmaları, işi biraz Guantanamo’ya getiriyor. Amerika’nın şu anada “Zihin Kontrol” çalışmalarını yaptığı merkez Guantanamo’dur. Burası da rasgele seçilmiş bir yer değil. Kendi yasaları der ki : “Amerikan yasaları Amerikan topraklarında geçerlidir.” Guantanamo Amerikan toprağı değil, Küba toprağı. Küba’da orayı kiraya vermiş…

Arada kalmış bir bölge gibi…

Evet. Buraya Amerikan yasaları giremiyor. Amerika Afganistan’ı işgal ettiğinde orada kendisi için tam bir cennet buldu. Orada Alman var, Fransız var, İngiliz var, Cezayirli var, Türk var. Kırk dört değişik milletten yaklaşık sekiz yüz insan bulup seçti oradan. Birileri nasıl Salih Bey’in beynini çözmeye çalışıyorsa, onun gibi Batı şunu çözmeye çalışıyor: “Bu adamın beyni nasıl çalışıyor?” Adam Fransız. Oradan kalkmış eşini, sevgilisini, eğitimini bilmem nesini bırakmış Afganistan’a savaşa gelmiş. Bu nasıl bir düşünce? Bunu çözmeye çalışıyor. Bunu biraz daha açarsak; cihadcı İslâm’ı çözmeye çalışıyor. Sadece namaz kılıp, yuvarlanıp gideni değil; cihad eden Müslümanları çözmeye çalışıyor. O yüzden de Afganistan’da 44 değişik milletten sekiz yüz civarında insanı aldılar, Guantanamo’da yıllardır üzerilerinde deney yapıyorlar. “Bunlar buraya her türlü imkânı bırakıp neden geldiler, maksatları nedir, ne yapmaya çalışıyorlar?”… Bunun gibi zannediyorum, birileri de Salih Bey’in düşünce sistemini çözmeye çalışıyorlar…

Salih Bey’in düşünce sistemi dediniz?

Yani tahmin ediyorum birileri, Salih Bey’in düşünce sistemi nasıl çalışıyor, onu çözmek istiyorlar. Çünkü, toplumlar milyonlarca insan üretir. Ama yetmiş milyondan dört tane lider çıkar. Siz, o lideri beğenin-beğenmeyin bu ayrı bir konu. Sağcıdır, solcudur, dincidir, dinsizdir bu ayrı… Ama o lider, milyonlarca insanın üzerindedir ve kendi düşünce sistematiğini kurar, binlerce insanı etkiler, binlerce insana bir hedef gösterir, o insanlar o hedef doğrultusunda dinamiti bağlar kendini patlatır.
Şimdi “Uluslararası Güçler” ve “Gizli Servisler” onların düşüce sistemini çözmek isterler. “Bu besini, bu enerjiyi nereden alıyor, temel dayanağı nedir?” Mesela Türkiye’nin PKK konusunda bir hatası vardır. Türkiye PKK meselesini polisiye bir vakıa gibi ele almıştır ve bu yüzden de bu mesele bu güne kadar böyle büyümüştür. Ama devletin şunu düşünmesi lâzım. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, askerine, polisine, istihbaratçısına devlet seviyesinde eğitim veriyor. Değil mi?

Evet.

Şimdi PKK kimdir, nedir? Dağdan kaçırılan çobandır, köyden kaçırılan çocuktur çoğunluğu. Peki dağdan kaçırılan çobanla, köyden kaçırılan çocuk devlet seviyesinde eğitimli insanlarla otuz yıldır nasıl boğuşabiliyor? Demek ki birileri de bunlara devlet seviyesinde eğitim veriyor en basitinden. Bunun bilinmesi lâzım. Ama Türkiye bugüne kadar bu meseleye hep adî bir polisiye vakıa gibi yaklaştı ve iş bu noktaya geldi. Türkiye meselelere bilimsel yaklaşmalı.

Besinlerin bile insan fıtratı üzerinde tesiri var.

Tabi, dağdaki madenin insan üzerinde tesir bırakabiliyor. Benim kafama, doğrusu Salih Bey’e verilen yemekler meselesi çok takılıyor. Önemli bir konu o. Artık kendisi nasıl bir önlem alıyor? Onu bilmiyorum; ama bu tür bir hâdisenin içindeki insanların dikkat etmesi gereken bir mesele, yemek meselesi…

İlk yemekten şüphelenmiş zaten.

LSD diye bir ilaç var. Bu LSD ilacını verdiğiniz kişinin zihni her türlü telkine açık hâle gelir. Boş ceset gibidir. Veyahut ta pentotal diye bir iğne vardır. O da beynin konuşma merkezini kilitler. Hakikât şurubu diye bir ilaç vardır. Bunu verirsiniz ve o adamın yalan söylemesi mümkün değildir.
Birincisi bu tür teknikler rastgele insanlara yapılmaz. İkincisi bu tür deneylerden sonuç beklenir. İntihar ettirmek veya delirtmek… İntihar ettiğinizde mesele bitmiştir. Otopsi yapılıp, kapatırlar. Eğer delirtirlerse, o daha iyidir. Meseleyi sulandırmış olurlar. Bir dönem lider olarak kabul ettiğiniz kişi, “bak, ne halde” diyebilirler.

Siyasî kazanç…

O yüzden iki maksat vardır: Delirtmek veya intihar ettirtmek. Bu da nasıl oluyor? Zihin frekansıyla oluyor. Her insanın zihin frekansı parmak izi gibi ayrı ayrıdır. Benim sizin beyin frekansınızı tesbit etmem için sizin mutlaka kabloya bağlı olmanıza gerek yok. Onu küçük bir cihazı var. Yaklaştırıyor ve alıyorsunuz. Dünyada bazı firmalar, elektromanyetik cihazlar geliştirmişler. Ne yapıyor bu cihazlar? Bu cihazlar, hayvanların zihin frekansı aralığında yayın yaparak onları rahatsız ediyor. Aynı şeyi insan içinde yapmak mümkün. Nasıl yapılıyor? Büyük oteller veya marketlere gittiğiniz zaman kendinizi çok rahat ve huzur içinde hissedersiniz. Niye? Beyin yapısı çözüldü. Beyinde korku bölgesi neresi, şehvet bölgesi neresi v.s diğer bölgeler çözüldü.

Aynen öyle… Korku bölgesine yapılan bu işkence, Kumandan’ın Kartal’da en çok maruz kaldığı işkencelerin başında geliyordu. Baldırları ağrıyordu. Hiçbir şey yokken bazı yerlerinde yara çıkıyordu veya dişi ağrıyordu.

Tabi, o bölgeye sinyal göndermekle mümkün. İşte bazı büyük oteller veya marketlerde gizli yerlere koyarlar. Onlar sizin beyninizin huzur bölgesine sürekli sinyal gönderirler. Siz de kendinizi mutlu ve huzurlu hissedersiniz. Bu şekilde rahatsız etmekte mümkün.

Hayalde görülebilir.

Bunun metafizik yönü nasıl, İslamî bazı yerlere gittiğinizde kendinizi çok huzurlu hissedersiniz. Bir insan Eyüp’te bulunmaktan hoşlanır, birisi de Nişantaşı’na gitmekten hoşlanır. Kendi yapınız, karakteriniz ve inancınızla alâkalıdır. Aslında görünen bir şey yok. Eyüp’teki havada aynı, suda aynı, ağaçta aynı… Ama orada huzur bulabilirsiniz.

II.Bölüm

Japon Profesör Emoto’nun su kristalleri üzerinde bir deneyi var. Deneyinde suya ne kadar sevgi ve duygu dolu sözlerle yaklaşılırsa su kristalleri o kadar güzel olur. Bunun tam tersinde ise su kristalleri estetik yapısı bozulur. Suda bile böyle bir hassasiyet var.
Dünya veya şu içinde bulunduğumuz saha sadece fiziki değil. Metafizik yönü çok daha ağır… Zaten metafizik ve fizik yan yanadır. Bazı Peygamberler mucizeleri de bugün fizikî sahada önünüzdedir. Ama iyi bakmak lazım! Dünyaya. Biz faksı çok basite alırız. Faks çok ciddî bir cihazdır. Buradan verdiğin yazı beş bin kilometre öteden kâğıda bozulmadan çıkıyor. Cep telefonu çok önemli bir cihazdır. O kara kutunun üç-beş yerine dokunup, konuşuyorsunuz.

1980 yıllarında İmam Hatip’te okurken tarikat, tasavvuf düşmanı bir İlahiyet hocamız vardı. Tasavvufu savunduğumuzda dalga geçerdi. Adam “bırakın!” derdi. “Sizin tayy-i mekân dediğinizi Rusya’da adamlar bilimsel olarak yapıyorlar zaten.” Bu sözler bizim için o zaman hiçbir şey ifade etmiyordu. Şimdi beş-altı seneden beri ilmî bilgilere vakıf oldukça adamların hakikâten boş durmadıklarını ve tersinden de olsa ilmi araştırmaya Batının sahip çıktığını görüyoruz. 93 senesinde Hürriyet gazetesinde okumuştum. Kanada’da insan ışınlamanın çalışmalarını yapıyorlarmış. Yalnız hız ve mekân meselesini tutturamıyorlar.
Ruhu taşıyamıyorlar.

Kumandan bahsediyor. İki türlü zihin kontrolü vardır: Birincisi, sizin zihninizi tamamen çökertmek, bitirmek. İkincisi, sizin düşüncelerinizi kendilerinin istediği gibi formatlamaktır.

Aslında ona bilgisayardaki gibi “reset” atmak demek lazım. Bilgisayara “reset” atarsınız ve yeniden yüklersiniz. Birtakım insanlara “reset” atmak ve onlara yeniden yükleme yapmak istiyorlar.

İmanla oynamak, bunun gaye ediniyorlar herhalde?

Tabi ki, Hani dedim ya, Batı cihadçı İslâmı çözmeye çalışıyor. Onun yerine ılımlı İslâmı getirmel istiyor. Guantanamo’daki insanlar üzerinde o deneyleri yapıyor.

Şimdi şu da var: Batı’nın anlatılanlara göre öyle çok başarılı olduğu gözükmüyor. Ben özellikle şahsi olarak merak ediyorum. Zihin kontrolü hâdisesi çerçevesinde, İlluminati v.s. gibi teşkilatlara baktığımız zaman, “tamam, artık hayat tamamen bitmiştir. Yapılacak bir şey yok. Mutlak hâkimler” diyorsunuz. Yani, bu gibi düşüncelerin olur olmadık yerlerde ifade edilmesiyle, “mutlak hakim olduğuna (!)” dair propagandayı yaptırmış oluyor. Tersinden hareket ederek, düşünürsek:” Bu tür meselelerin yetkililer tarafından yayılmasıyla birlikte bu bir psikolojik savaş değil midir?”

Hattâ bana, “efendim, siz bunu yazmakla Amerika’ya hizmet ettiniz. Ne büyük adamlarmış, ne büyük deneyler yapıyorlarmış derler” dedi. Mesele şu: Birileri adına propaganda yapmak, birileri adına zihin kontrolü yapmaktır. Doğru… Dünyadaki gelişmeleri insanlara vermemekte bir zihin kontrolüdür.

Burada dengeyi sağlamak önemli… Geçmişte bir sürü Mossad ajanı çıkmış. Mossad ajanının itirafları v.s. bir çok kitab yazılmış. Şimdi itiraflarının bir ölçüde haklılık payı vardır. O kitabı okuyan kişi diyor ki, “vay be! Mossad ilah gibi…” Mossad’ın propagandasını yapıyor. O kitaba Mossad müdahele etmemiştir. Yaz veya yazma dememiştir ama, orada çok müthiş propaganda yapmıştır.

Şimdi şu oluyor: Bu kitabı okuyan bazı insanlar paniğe kapılıyor. Görüşmelerim falan oldu. Ama şu var. Bu sadece benim kitabımla alakalı değil. Bu uluslar arası güçlerin bütün dünyaya yaymak istediği şöyle düşünce var: “Bütün dünya ele geçirilmiş, biz her şeyle kuşatılmışız. Teslim olalım.” Zaten onlar bizi bu noktaya getirmek istiyorlar. O noktaya geldiğimiz zaman psikolojik savaşı kazanmış oluyorlar.

Teslim olacaksak, burada konuşmamızın ne mânâsı var.

Karşı tarafın silahının erkekliğini bilelim! Biz onu nasıl altedebiliriz veya o tekniğin daha iyisini geliştirip onlara karşı gelebiliriz? Buna bakmamız lâzım.

İşte, Batının bunu çok ciddi bir yaklaşımla ele alıp, ortaya projeler koymasına karşılık, bizim de, her şeyi Allah’a havale eder pozisyonda olmamız yanlış.

Dediğim gibi, Kuran-ı Kerim-i çok iyi okumamız gerekiyor. Sonra orada gösterilen işaretler ve ışıklar doğrultusunda çalışmamız gerekiyor. Bir siyasi partinin genel başkanının bir ay önceki anlattığı bir hâdise var. Bir sakallı çıkıp, geliyor. “Sizin Sakarya’da büyü, cin işleri yapan tanıdığınız bir hoca varmış. Bizim uzayda çok uydumuz var. Bu uydular zaman zaman arızalanıyor. Tamiri çok zor oluyor. Biz cinleri uyduların tamirinde kullanabilir miyiz? Beni Sakarya’ya gönderir misin?” diyor. Bunun hikâyesi uzun… Hani bizim o masaldır, üfürüktür dediğimiz meselelerle büyük devletler ciddî ciddî uğraşıyor.
Meselâ sizin bütün insanlığı idare etme gibi bir idealiniz yoksa böyle bir şeyi yapmanıza gerek yok. O kırkıncı veya beşyüzüncü ihtiyacınızdır. Ama birilerinin plânı bütün insanlığı tevrat’a göre yönetmek ideali var. İşte bu ideal içinde bazı isimler belirlenir. Bu sokaktaki Ali, Veli olmaz. O isimler üzerinde çalışmalar yapılır.

Kitleleri harekete geçirebilecek insanlar.

Evet. Sıradan insanlar da var. Özellike Avrupa’da tedavisi mümkün olmayan kanseri, gizli servis tavşan gibi kullanır. Bunu Fransa, Amerika, Almanya, İngiltere yapıyor. Plân çok büyük aslında... Bütün insanları idare edebilme noktasında böyle bir idealleri var. İşin içinde Allah’a şirk var. Genetikle, zihin kontrolüyle bu plân gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Çok önemli bir plân ve proje… Böyle kötü bir meseleyi Türkiye’deki insanlara anlatmak ve yaymak çok zor. Şimdi siz düşünün. Kablolu telefondan habersiz bir köye gidiyorsunuz. Ve diyorsunuz ki, “şöyle bir kutu var. Sen onunla konuşuyorsun” desen sana gülerler. İşte bu zihin kontrol meselesinde Türkiye’nin altyapısı yeni yeni kıpırdıyor. Sizin çalışmalarınızla… Bu yüzden de bunu konuyu halka izah etmek şu aşamada zor oluyor.




Mahallenin delisi gibi bakıyorlar. Telegram meselesi ilk çıktığında bize güldüler. Avukatlar halkı yanlış yönlendirmekten yargılanıyor. Andrew Morgan adında Yahudi bir yazar var. Onun bir kitabı var: “Türkiye’nin Terörle Mücadelesi” diye… İstanbul’daki Kasım patlamalarını ve PKK’yı anlatıyor. Orada Kumandan’ın hayat hikâyesini yazmış. Kitabında, “Salih Mirzabeyoğlu kendisine telegram uygulandığı düşüncesini iddia ediyor” diyor. Alaycı ve küçük düşürücü bir şekilde ifade ediyor, telegram hadisesini. Aslında bu da psikolojik bir savaş. Yani sizdeki mevcut hadisenin kamuoyu tarafından bilinmemesi için mevzuyu bilen insanı deli gösterme hikâyesi psikolojik savaş… Kitabınızda dikkatimi çeken bir nokta var: Batının aslında bütün bu çalışmaları yapmasındaki amaç insanı yüceltmek… Hâşâ! İnsanı tanrı yerine koyacak bir varlık hâline getirmek. Bunları yaparken bütün insan haklarını çiğneyerek yapıyor. Bu da Batı’nın sahtekârlığı olsa gerek!

Doğru. Bu şöyle başlıyor. İlk çıkışı şu: Bizim ajanlarımız yakalandığı zaman bunları konuşturamasınlar. Mesela “Uyuyan güzel” diye metod vardır. Kişiyi alırsınız, bir seansta ona bir cümle kodlarsınız. “Elmanın kabuğunu soy” diye… Bu cümlenin altına şöyle bir mesaj yerleştirirsiniz: “Elmanın kabuğunu soy cümlesini duyduğun ân, git ve belediye binasını havaya uçur.” Şimdi bunu kodlarsınız ve bu meselese kapanır. Aradan on sene geçer veya on gün geçer. O şahsa bir telefon gelir. “Elmanın kabuğunu soy” diye. O kişiyi hiç kimse durduramaz. O kişi kendisini inanılmaz bir baskı altında hisseder. Gider ve neresi isteniyorsa oraya gidip, bombayı koyar.

Aslında bu daha tehlikeli… Bombanın telsiz frekansıyla patlama ihtimali var. Bu sözün söylenebilme ihtimali milyonda birdir belki.

Evet, çok karmaşıktır. Bunlar dediğim gibi kapalı meseleler… Biz ancak böyle sızıntılardan hareketle bu konuları geliştirebiliyoruz. Önemli konular…Tarihin derinliklerinde o şifre kelimeler var. Biz onları hep illüzyon gibi algılardık. Bilimsel olarak izahını yapabilme şansımız yok. Biz sadece eylemi yaptıktan sonra anlarız. İnsanın şuuraltına bir şey yerleştiriyorsunuz. Onu bir süre sonra tetikliyorsunuz ve insan onu gidip, yapıyor. Ne olursa olsun, kendini hiç düşünmeden yerine getiriyorsun. Bu meselede Ruslar çok iyidir.

Meselâ Pavlov’un şartlandırma deneyleri?

Üstün ırk meselesi vardır ya. O üstün ırk meselesine giden yolda elli kişi delirmiş, onlar için çok önemli değil. İngiltere’deki operasyonlarda bir şehir halkı da gitse, onlar için önemli değil. Onlar için önemli olan “şifreyi çözdüğümüz bilinmesin”. O üstün ırk meselesinde, işte yıldız savaşları projesi veya Mars’a yerleşme projesi var. Tabi ki böyle bir şey olmayacak. Kuran-ı Kerim’de, “her nefis ölümü tadacaktır” deniliyor. “Bir gün atom bombasını herhangi bir yerde kullanmam gerekirse veya dünya çapında bir iklim hâdiseside olabilir. Veyahutta dünya dışında ölümsüz bir yaşam –Mars’ta hayatı bize güzel paketliyorlar. Başka şekilde sunuyorlar- için kendi kabilemizi, üstün ırkımızı, acaba bu tehliklerden nasıl koruyabiliriz?” diye düşünüyorlar.

Ben geçenlerde Kahire’ye gittiğimde onun hikâyesini bizatihi yaşadım. Adam kral, eşi ve üçlü piramitler hep şuna inanıyor: Hayvanları, insanları mumyalatmış. “Bir gün bunların dirileceğine, yine üstün bir ırkın lideri olabileceğini, en elzem olaylarda yanında olabilmesi” için mumyalatmış. Şimdi şu da enteresan: Amerikan parasının üzerinde piramit, göz, Ramses’in felsefesi v.s. bulunuyor.

Piramitle zihin kontrol meselesi içi içe.

Mesele dönüp dolaşıp, insanları kendi düşüncelerine göre idare etmeye ve köle gibi kullanmaya geliyor.

Kur’ân-ı Kerim’de bir ayet vardır: “İnanıyorsanız, üstünsünüzdür.” Güzel ve önemli bir ayet… Birileri yeminli insanlar ve bir amaç doğrultusunda üç-beşbin yıldır yürüyorlar. Basamak basamak… Üç tuğla o koyuyor, beş tuğla bu koyuyor. Fakat sizinde söylediğiniz gibi biz hep Allah’a havale ediyoruz. “Allah büyüktür” diyoruz. Allah, tabii ki büyüktür. Allah’ın bizim büyüktür dememize ihtiyacı yoktur. Her birimiz bir sınavdan geçiyoruz. “Ben sana 60 senelik bir müddet veriyorum. Ne yapacaksın?” Allah isterse Bush’u müslüman yapıp, üstümüze gönderir. “Adam olun!” dedirtir. Şimdi birileri çalışıyor. Tabi ki, deneyini yapıyor, cihazını yapıyor. Bunları da fiili sahada görmek istiyor. Bizi de kobay olarak kullanıyor. Kullanır. Adam nihayetinde, bu iş için çabalıyor.

Şu da çok enteresan… Mesela ayet-i kerimede şöyle bir kelime geçiyor: “lil insane” deniliyor. Bir mümine veya bir müslümana denilmiyor. İnsan için söyleniyor. Bu da çok önemlidir.

Evet. Allah “dünyada çalışan insana çalıştığının hakkını veririm” diyor. Bana inansın inanmasın, tapsın tapmasın, ateşe tapsın tapmasın farketmez. Dolayısıyla biz uyurken birileri çalışıyor. Tabi ki dünyayı onlar idare edecek.

Mesela arabaları çipleyecekler.

Zaten araba çipleme basit. Şu an insan çipleniyor. Avrupa’nın bazı ülkelerinde doğan her bebek çipleniyor. O zihin kontrol meselesinde daha alt bir basamak. Teknoloji basamak basamak gidiyor. İlk telefonu düşünün. Nasıldı? Birini ağzımıza tutardık, diğerini kulağımıza tutardık. Şimdi teknolojinin gelişmesi biraz zor oluyor. Adam telefon icat etmiş. Ama iki tasın arasına bir sap koymayı akıl edememiş. Yıllar sonra sap konulunca tek elimize aldık. Çipte zihin kontrolünde bir basamaktır. Şimdi idare etmek için çipe ihtiyaç kalmadı. Çip noktasında şöyle bir sorun var: Bilmediğin yerde ameliyat olmamak, o hastaneye yatmamak önemli bir durum.



Amerika’ya doğum için gidenler açısından bu bir tehlike midir?

Meselâ bir hastanın kan şekeri olabilir. Hapını unutabilir, bulamayabilir. O düşünceyle kişinin vücuduna çip yerleştiriliyor. O çipin içine de ihtiyacı olan ilaç yerleştiriliyor. Onun saati geldiğinde çip ilacı kana veriyor. Şimdi siz bilmediğiniz bir yerde ameliyat olmuşsanız, takacakları bir çiple sizi zehirleyebilirler. Veyahutta o çipin içerisine şehvetini arttıracak bir ilaç koyarlar ve siz pervane gibi kadın peşinde dolaşabilirsiniz. Bu da bir zihin kontrolüdür. İşini gücünü bırakıp, kumarbaz da olabilirsiniz. Hiçbir şeyi umursamayan bir insan da olabilirsiniz. Mesela şöyle bir deney yapılıyor: Askeri bir eğitim sahası düşünün. Askerler normal olarak eğitimlerini yaparken üstlerinden bir uçak geçiyor. O sırada uçak bir gaz bırakıyor. Askerde bir süre sonra başlıyor, halüsinasyon görmeye… Hayali düşmanla başlıyor, çatışmaya… Asker kediden, köpekten korkuyor. Beynin korku bölgesine ilaç veriyorsunuz, o kişi korkmaya başlıyor. Bilmediğiniz bir yerde yatarsanız doktorun masasına, size bir çip takarlar. Endonezya cumhurbaşkanına yapıldığı gibi… Bakın şimdi hiç uyuyamıyor ama mecliste hep uyuyordu.

Bunu Amerika’da doğum yapacaklara bir ikaz olarak kabul edebiliriz.

Bilmediğiniz yerde tabi…Amerikan vatandaşları olsun, üst düzey sanatçılar olsun hep bu endişeyi taşımalılar. Başbakan oraya gidiyor. kalp ameliyatı oluyor. O adamın sana çip takmaması için salak olması gerekiyor. Adam sana çipi takar. Günü geldiğinde de bir sinyal gönderir.

Adam, dışkıyı almak için binbir türlü gayret gösteriyor. Sen adamın kucağına gidiyorsun. Bizim halkımız için çipe gerek yok diye düşünüyorum. Üstad’ın dediği gibi, idrakler iğdiş ediliyor.

Bir de basın-yayın aracılığıyla toplu zihin kontrolü yapılıyor. Medya aracılığıyla. Orası başlı başına bir hâdise… Türkiye beşinci kol faaliyetlerine çok açık bir ülke… Ne yazık ki, Türkiye milli güvenlik belgesi bile şimdi bana “tehlike budur” falan filan diyor. –Sokaklara bakıyorsun: Milyonlarca genç, bu çocuk fizîken erkek ama ruhen kadınlaşmış… Ciciler-biciler, çamaşırlar… Bakmışsınız on sene sonra askere gönderecek kimse bulamayacağız. Bu bir saldırı değil midir? Milli güvenlik belgesinin yeniden yorumu gerekmiyor mu? İlla ki sınırdan sana birisinin saldırması mı gerekiyor? Senin milyonlarca gencin neredeyse herbir bir şeyin kölesi olmuş. Kimi adidasın kölesi, kimi “nike”ın kölesi, kimi gitar kölesi, kimi bilmem neyin kölesi…

Bu şeyden kaynaklanıyor. Bolu’da Kumandan’a yapılan on beş aydır devam ediyor. Fakat öyle bir hâdise ki, kendisine yapılanlar kimin yaptığını bilmiyor. Karşı tarafın o mânâda Kumandan şifresini çözülmüş. Siz kıstırılmışsınız, size elektrik veriliyor. İş zihin kontrolü meselesini aşmış. Kaba işkenceye dönmüş. Biz karşılıklı oturuyoruz. Siz beni ikna etmeye çalışıyorsunuz, ben sizi ikna etmeye çalışıyorum. Ama birbirimizi ikna edemeyince, -ben biraz daha güçlüyüm veya elimde bazı şeyler var. İşi kaba kuvvete döndürüyorum. Aynı şey toplum içinde geçerli aslında… Aynı noktaya dönüyoruz: Genelkurmayın veya devletin bu anlamda bir projesi yok. İnsanlarını hep kaba kuvvetle, dış etkiyle yola getirmenin çabası içinde… Sizin söylediğiniz onun tezahürü aslında.

Şimdi siz söyleyince aklıma geldi. Kitapta konu olan Ertuğrul isminde bir arkadaş hâlâ Beşiktaş’ta yaşıyor. Ama İsveç radyo yayınları Beşiktaş’ta yaşayan bu arkadaşı bulabiliyor. Salih Bey üzerinde dışarıdaki birkaç ülke yada servis de etkili olabilir.

Bilmiyorum. Takip ettiniz mi? Son hâdiselerde betatron diye bir alet var. İçeride bana, “bunu uyguluyorlar” dedi. Betatron veya onun türevi olan bir alet olabilir. Ama bu birkaç aylık bir bilgi… Betatron hakkında bu sayımızda bir bilgi var. Bu şunla alakalı: Betatron sesi hızlandıran ve çok çabuk hedefine ulaştıran iyi bir cihaz. Kullanan için…

Ben şunu merak ediyorum: Salih Bey daha önce bu tür meselelerle uğraşan bir insan değildi. Şimdi ben kitabı okudum. Salih Bey’in sanki meseleleri anlaması için ilahî bir yardım var. Onu gördüm. Elektrik mühendisi değilsin, kimya mühendisi değilsin. Ama meseleyi çözüyorsun. Bu ciddî bir durum.

Bu konu,biraz önce söylediğinizle bağlantılı… “Niçin uğraşılıyor?” sorusunun cevabı aslında. Şimdi Kumandan Salih Mizabeyoğlu’nun külliyatını okuduğunuzda, mesela hukuk, resim, tarih, dil gibi birçok mevzuda kitaplar yazmış. El atmadığı mesele kalmamış. Şimdi matematik üzerine bir kitap çıkaracakmış. Düşünün, bu şartlarda, bunun ardından çıkacak dört-beş kitabını da bu zihin kontrolü işkencesinin altında yazıyor. Üstad’ın Salih Mirzabeyoğlu için kullandığı bir tabir var: “Cins kafa” diyor. Dışarıdan baktığınızda sizin şaşırdığınız bir hâdise… Hakikaten ilahî bir yardım elbette vardır. El atmadığı mesele kalmamış.



Evet, Şimdi bence burada hikmet verme meselesi olabilir. O işkence de beyni zorlayıp, kapasiteyi aşmış olabilir. Beynin öyle bir yapısı var. Eğer siz beyni kilitlerseniz bütün meseleyi çözersiniz. Çözmek için zorlarsanız beyin açılıyor.

Telegram kitabında da var. Kolları bağlama, -biraz önce bahsetmiştik- abdestsiz namaz kılma. Namazda bile rahat bırakmıyorlar. “Namaz kıldığını mı zannediyorsun? Senin namazın eğilip kalkmaktan ibaret” diyorlar. Bu aşamalar geçti tabii ki. Zihnî etkileri geçti. Şu ânda yapılan fiziki, kaba işkenceler.

“Diğeri başarılamayınca fiziki zarar nasıl verilebilir?” diye düşünüyorlardır.

Hâlbuki kendisi söylemiş. “Beni yola getirmeyi düşünüyorsanız, öyle çok fazla insana v.s. şeye gerek yok. Yanıma bir köpek bağlayın. Sabahtan akşama kadar bağırsın, beni taciz etsin. Belki daha başarılı olursunuz belki.” diyor. Telegramcılarla alay eder bir şekilde… Kitabınızda özellikle dikkatimi çeken bir şey var. Hem “Zihin Kontrol”üyle alâkalı, hem de bizim toplum yapımız veya idarecilerimizin iç yüzünü gösterme açısından da önemli. Şimdi Amerika’nın dünyanın birçok ülkesinde üsler kurduğu bilinen bir gerçek. Rusya tehlikesi karşısında kullandığı ses dalgaları vesaire… Bu kitaptaki küçük ayrıntı, şu: Diyor ki, “Yunanistan’dakileri kapattılar çünkü onlara güvenmediler ama Türkiye’dekiler devam ediyor. Bunu nasıl izah edebilirsiniz?

Biz bunları birkaç sayı yayınladık dünya gündeminde. 1960 yılının mayısında Ruslar bir casus uçak düşürdü: U2… Amerika “bizim böyle bir uçağımız yok” filan diye yalanladı bunu. Sonra Ruslar bu casus uçağının, plânını, programını, haritaları ve pilotunu ele geçirince, Amerika kabullenmek zorunda kaldı. O U2’ casus uçağı bizim İncirlik’ten havalanmıştı. Ruslar bilselerdi ki bu uçak İncirlik’ten havalandı; haklı olarak Türkiye’ye savaş açabilirdi. Yani, sen bir emperyalist ülkeye ev sahipliği yapıyorsun, Irak’ın işgaline yardımcı oluyorsun, Afganistan’ın işgaline yardımcı oluyorsun, bu arada da kendi işgalini hazırlıyorsun. Bu üç adım- beş adım sonrasını görememektir. Şu var: At yarışlarında atın birisi önce fırlar, sonra diğeri, sonra başkası… Niye? Halbuki o tabancanın patlama sesini hepsi birden duyuyor. Ama biri önce fırlıyor, biri on saniye sonra fırlıyor. Bunun sebebi şu, o patlama sesinin “harekete geç” anlamına geldiğini ilk algılayan önce fırlıyor. Geç algılayan en geç fırlıyor. Şimdi Amerika’nın bütün bu çabalarının aslında Türkiye’nin işgali olduğunu Ankara ne zaman algılayacak? Bizim geleceğimiz buna bağlı.

Hâlâ algılayamadı Ankara!..

Algılayamadı!.. Şimdi… Yine “Zihin Kontrol” ile bağlantılı olarak şunu anlatayım: Guantanamo’da ne yapılıyor? Yunanistan’la bizim aramızda ne var? Bir tel örgü… Ama gidin Yunanistan’a, namus yüzünden işlenmiş bir cinayet göremezsiniz. Tam tersine “Yahu ne güzel hanımın” var desen, o adam bundan gurur duyar. Ama tel örgünün bu tarafına, sen adamın hanımına yan gözle bakarsan, 24 yıl hapsi göze alır ve seni çeker vurur. İşte bu, aynı olay karşısında iki değişik milletin, iki farklı davranışıdır. Yani o emperyalist büyük güçler, aynı zamanda şahısların dışında milletlerin davranış şekillerini çözmek istiyorlar. Bizim genetiğimizi çözmüşler. “Müttefikiyiz” diyor, çuval geçiriyor!..

İyi ama burada halk ile “çuvallanan”ları da birbirinden ayırmak lazım. Çünkü halk bunu hala sindiremedi. Ancak halk neye nasıl tepki vereceği konusunda da hala bilinçsiz maalesef.

Halkın bilgilenme aracı, radyo, televizyon ve gazete. Bunun dışında başka bir aracı yok. E onlar da birilerinin elindeyse?.. Bizim halkımız yine iyi bir halk, -iyi halk derken, o yabancı “Gizli Servis”lerin milyon dolarlık oyunları, projeleri, yönlendirmelerine rağmen, iyi bir halk- diyorum zaman zaman… Bosna Hersek dendiği zaman kalkıp Beyazıt Meydanı’na koşuyor. Veya Çeçenistan dendiği zaman…

Evet hem de onca duygu ve bilgi kirlenmesine rağmen!.. Kumandan’ın işaretlediği “beyinlerin iğdiş edilme” meselesi… Dünya tarihinde hiçbir milletle bu kadar uğraşılmamıştır. Şimdi Osmanlı çökertildikten sonra, Araplar üzerinde bu kadar uğraşmadılar. Bu milletin dini üzerine, dili üzerine, kültürü ve her şeyi üzerine pis oyunlar oynandı ve hâlâ da oynanmaya devam ediyor. Bunun sebebi de medeniyet kurabilecek kodların bu topraklarda, bu millette olması… Bu oyunların onda biri başka bir millete uygulansaydı eğer, çoktan bitirmişlerdi işlerini…

Kesinlikle…

Şimdi buradan az önce bahsettiğiniz “cihad ruhunu çözmeye çalışıyorlar” tespitinize dönersek?..

Batı doğal olarak materyalist olarak yaklaşıyor hadiseye. Çok affedersiniz ama “sevişmek varken, bu adam niye savaşıyor?” diye soruyor. “Dinamiti beline bağlayıp niye patlatıyor?” diye soruyor.

Şimdi ben şuraya geliyorum. Amerika, Cihad ruhunun ne olduğunu, Cihad kavramının ne olduğunu çözmüş gibi geliyor. Niye çözmüş gibi geliyor? Bunu nereden çıkarıyorum? Türkiye’deki yasak kelimelere baktığınızda, ilk sıralarda “cihad” ve onun etrafındaki kelimeler var. Bunlar Müslümanları harekete geçirebilecek kavramlar. Ve bunların hepsinin içini boşaltmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, muhtemelen “tespit” mânâsında başarılı oldular. Ve bana göre şimdi ikinci plâna geçiyorlar; kendi yöneticilerimiz vasıtasıyla bu kavramların içini boşaltarak, kavramları, inançları light hâle getirilmiş bir metod…

Tabii.. Şimdi Papa ne dedi? “Sizin Muhammed kılıcın dışında, zorbalığın dışında ne getirdi?” dedi. Bunu dediği bir sırada Irak’ta işgal devam ediyor. Çoluk çocuğun üstüne bomba yağıyor. Ama Irak’taki Subay, operasyona çıkmadan önce İncil okuyup ta çıkıyor.

Bunu bugünlerde söylemesi de enteresan bir şey. Başka zaman olsa bunu zorla söyletemezsiniz.

Halk bazen şaşırtır.

Batı’nın hatası işleri genelleştirmesinde. Şimdi bakıyor; Fethullah’ın bu kadar potansiyeli var, Enver’in şu kadar tesiri var, bir yandan da Yeni Şafak… AKP zaten iktidarda. “Biz bunlara tamamen hakimiz” diyor. Dolayısıyla kendilerini çok fazla saklamalarına da gerek görmüyorlar artık. Bunlar ve bunlar gibilerin üzerinden her yere hakimiyet sağladıklarını düşünüyorlar. Onun için, “projemi rahat rahat yürütebilirim” şımarıklığı var üzerlerinde. Aşırı güven!.. Mutlak Hakim olma duygusu!..

Bunun tarihte misalleri vardır. Bazı devletler kendi kendilerini yıkmışlardır.
Ama bütün bunlar olurken biz ne yapıyoruz? Mesele bu. İngiltere öyle yapar, Amerika böyle yapar… “Kafir kafirliğini yapıyor da, Müslümanlar olarak biz ne yapıyoruz?...”
Bu benim yeni yayınlanmış kitabım. “Pentagon’un İran Operasyonu” Bir hafta filan oldu çıkalı.
Şurada bir belge var, onun altını okuyacağım. 14 şubat 1951’de Amerika İstanbul konsolosluğunda bir toplântı yapılıyor. Çok geniş katılımlı bir toplântı. Amerika’dan üst düzey bir katılım var. Afrika’dan ve Ortadoğu’dan bütün ataşeler, konsoloslar İstanbul’da… Bir çok karar alınıyor ama ikinci karar şu: “Yunanistan, İran, Türkiye ve Yakın Doğu Ülkeleri’nde halklarından liderlik yapabilecek kapasiteye sahip bireylere özel önem vermeliyiz.” Bu, Türkiye’nin Başbakanları 50 yıldır nasıl seçiliyor? Türkiye’de biz, “seçilmişlerden” birini seçiyoruz.

Önümüze konan yemeklerden bir yemek sonuçta.

Evet. fark etmez, sonuçta hangisini seçersen seç.

Bu aslında Cumhuriyet’in kuruluşunda da var. Aslında Tanzimat’la beraber bizim ulema ve umeranın üzerine oynanmaya başlanmış zaten. Tarihten biliyoruz. İşte, Mason Padişahları veya o gibi şeyler, bürokrat vesaireler… Bir şekilde çengel atılmış. Adamların bir projesi, bir hedefi var ve bunun üzerine doğru yürüyorlar. Dolayısıyla ona göre de çalışıyorlar.

Evet. Plân-proje yapmak ve hakikaten çalışmak gerekiyor. Başka çözümü yok.

Dünyaya baktığımız zaman, Amerika’nın başına bela olan silah olsun, sistem olsun vesaire olsun, öyle veya böyle; CIA yada diğer Gizli Örgütleri tarafından yetiştirilmiş insanlardan esinlenilmiş. Bir şekilde oralardan alınmış… Dolayısıyla, bu tür çalışmaların tersine işleme ihtimali var mıdır?

Bence tersine işlemesini beklemek tembellik olur.

Hayır, teorik olarak soruyorum. Yani buna ivme kazandırabilecek faktörler ne olabilir?

Tersine işleyebilir, şöyle işleyebilir; Salih Bey’e bu işkence yapılmasaydı belki de kamuoyu “Zihin Kontrol” meselesini bu kadar etraflıca öğrenmeyecekti. Bu bir vesiledir. Yakın plânda baktığımız zaman, evet Salih Bey keşke böyle bir muameleye uğramasaydı. Ama uzak plân baktığımız zaman, uğramasaydı da bu kimse bilmeyecekti. Yani “şer” gibi gözüken bir şey bir süre sonra “fayda”ya dönüşebiliyor. O da o şekilde olabilir. Salih Bey’e yapılan o saldırılarda doğrusu ben yurtdışından şüpheliyim. Böyle olma ihtimali yüksek. O Ertuğrul dediğimiz şahısa, Beşiktaş’ta o yayın nasıl gelip onu bulabiliyorsa, atıyorum A ülkesinden yada C ülkesinden gönderilen bir yayın Salih Bey’i rahatça bulabilir Belki o mânâda birkaç örgütün de karşılıklı çarpışması da olabilir Salih Bey’in üzerinde.

O da olabilir fakat içerideki işbirlikçileri gözden kaçırmamak lâzım. Böyle şeyler işbirliği olmadan mümkün değil. Mesela bu işler hastanelerde daha kolay… Çünkü alet, edevat vesaire… Çok uzaktan yapılması çok masraflı… Bu mevzuda Savcılığa yaptığımız müracaatlarda bariz bir lakaytlıkla karşılaştık. Hiçbir zaman hadiseyi ciddiye almayıp, bize inanmadılar. İnanmayan bir insana bir şeyi anlatmanız mümkün değil. Kartal’daki hâdisede Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu hastaneye yatırdıklarında: “Doktora gittim, adama bir şey anlatıyorum , boş boş suratıma bakıyor. İki üç gün sonra bıraktım” diyor.

Bakırköy Eski Başhekim’i Arif ….. Orada, Kumandan adama: “Biliyor musun, gelecekte Amerikan Ordusu telepatiyle iletişim sağlamayı düşünüyor” dediğinde, adam bön bön bakıyor hâlâ yüzüne. “Ben bu adama daha ne anlatayım, kendince beni bir yere koydu. Benim bundan sonra bütün anlatacaklarım boş!..” diyor. Dolayısıyla dediğiniz gibi; inanmadığınız anda bitti!..
Tabi karşındakinin fikrî bir alt yapısı yoksa, bu ona “uçuk” geliyor. Aslında mesele çok basit. Bu telsiz dediğimiz hâdise. Birkaç yere röleve koyuyorsun, buradan Kars’la görüşüyorsun. Ormancılar buradan Kars’la görüşüyor. Bu bir, sözün aktarımıdır düşüncenin aktarımıdır, onun seni ânı ânında dinlemesidir. Fakat insanlar meseleye bu kadar basitleştirerek bakamıyor. O zihni durgunluk- dinginlik de yok. Karmaşık geliyor. Bu yüzden de bir doktora bile izah edemiyorsunuz meseleyi. Bir tabi Türkiye’de bir materyalist eğilim var. Yani zihnî telkin, şeytan, vesvese… O illâ görmek, eline almak, hatta dişlemek filan istiyor. Telepatiye inanmıyor.Mümkün değil. Bugün profesör dediğiniz insanları çıkarın, konuşun. “Bakın CIA cinlerle bağlantı kurmuş, onlarla işbirliğine girmiş” filan deyin eminim “Bırakın bu saçmalıkları!..” diyecektir.

Bu da Türkiye’deki materyalist eğitimden kaynaklanıyor.

Kesinlikle inanmazlar. Halbukî biz bunu çözmüşüz: Müziğin insan ruhuna yaptığı tedavi, nasıl kullanıldığı, su sesinin vesairenin… Bunların hepsinin alt yapısı aslında bizde var. Bizde olan bir şeyi hâla gidip başka yerlerden aramak…Tarihimizde, kültürümüzde bunların hepsi mevcut. Ama geçmişi reddetme güdük bırakıyor.

Reddettiğin zaman her şey bitiyor.

Şimdi zaten Türkiye iki şeyi reddetmekle çok ciddi hata yapıyor: Biri dil, diğeri din. Fransa; “Fransızca konuşan ülkeler birliği” diye bir birlik kuruyor. Oysa Fransa, küçücük bir yer. Dünya’da 40-50 milyonluk bir Fransız milleti var. Başka yok. Ama Fransa bu teşkilatlarıyla tâ Afrika’ya iniyor. Şimdi bunun gibi, Türkiye’de dese ki : “Türkçe konuşan ülkeler birliği”… Bu uluslararası ilişkilerde bir karttır. Dini reddediyorsun sen. Dini reddettiğin zaman her şeyi yıkıyorsun. Şimdi beni bir subay düşünün. Sen benim kafamdan dini çektin. Benim ilk ihâlede rüşvet almamam için bir sebeb kaldı mı şimdi? Salak mıyım ki ben yani!? Beni ne frenleyecek? Bana verdiğin hangi “ideal düşünce” frenleyecek beni?

Mümkün değil!...

Beni bürokrat yaptın, af edersin ama sekreterime “yan gözle bakmamak” için bir sebep var mı? Niye yapmayayım ki bunu?! Din nedir? Ben illâ İslâm demiyorum. Din, bir sosyal frendir.
Bir frendir o. Kurallar koyar: “Kimsenin hakkını yeme, kimsenin hanımına yan gözle bakma, hırsızlık yapma” diye insanın beyninde bir frendir. Sen o freni yıktığın zaman, ben gider bir yere toslarım!..

Zaten o olmayınca insanın insan olma özelliği de kalmamış oluyor!..

Elbette… Şimdi Türkiye dini reddediyor. Hem şahısların zihninde reddediyor, hem de uluslar arası ilişkilerde reddediyor. Bunun karşında, ben İran’ın birçok politikasını takdir ederim. Şiilik mezhebi üzerinden hareket eden 70 milyon’luk İran’ın, 30-33 milyonu Fars’tır, yada Pers’tir. Ama adam bu mezhep üzerinden tâ Yakutistan’a uzanıyor, Balkanlar’da Bosna’ya gidiyor, alt tarafta Suudi Arabistan’a iniyor. Biz, “hem dili, hem de dini reddederek devlet olarak acaba yarın ayakta kalabilecek miyiz?” heyulasıyla gece-gündüz tasalanıyoruz!..

Bunun tek cevabı var, o da hayır!.. Bilmiyorum tarihte bunun misali var mıdır ama, düşünün ki gece yatıyorsunuz âlimsiniz, sabah kalkıyorsunuz cahilsiniz. Her şey değişmiş! Bütün bildikleriniz, öğrendikleriniz bir “harf inkılâbı”yla ter-düz olmuş. Her şeye tekrar “0”dan başlıyorsunuz... Ki bu da mümkün değil!..

Şimdi bu “Zihin Kontrol”de hani bazı ilaçlar kullanılır... Beş vakit namaz kılan bir adam düşünün. O’na alkol veriyorsunuz, adam başlıyor küfretmeye!.. Bu ne peki? Bir bardağın içindeki üzüm suyu(!) Beyinde belirli merkezler vardır. Utanma, ayıp, saygı, saygısızlık gibi… O “üzüm suyu” beyindeki o merkezleri yıkıyor. Beş vakit namaz kılan adam başlıyor hakarete, küfürlere, saldırıya, şuna-buna sarkmaya… Vicdan…
Şimdi Kur’ân’da, “Âlak Suresi”nde diyor ki: “Biz onu o yalancı alnından, -veya perçeminden- tutar cehenneme sürükleriz.” Diyor. Bunun mânâsı şu: Beyinde her türlü plân ve program beynin ön kısmında yapılır. Hint kültüründe burada bir göz vardır. “Zihin Kontrolü”nde üç çeşit yöntem kullanılıyor. Bir: kimyasal, iki: elektromanyetik, üç: metafizik.
Metafizik inançla alakalı. İnanmasak bile bu var. Bunu kabul etmemiz gerekiyor. Kimyasal, bir takım ilaçlar… Elektromanyetik ise dalga ve frekans… Bu üç yöntemle saldırı yapıyorlar. Şimdi Türkiye’nin bu noktada yaptığı bir hata var: Irak yıllar önce uçaklarını Fransa’ya modernize ettirmişti. Fransa aptal değil. Her uçağa böcek koydu. Aradan zaman geçti. Körfez savaşı başladı. Niye Irak’ın uçakları havalanmadı? Daha doğrusu niye havalanamadı? O böcekler ve yazılım meselesi…
Savaş döneminde kütür kütür çalışan bir tank gelen bir sinyalle olduğu gibi kalır. Savaştan büyük bir ders aldı İsveçliler. Harıl harıl milli yazılıma yöneliyorlar.

Kumandan’ın acı şekilde yaşadığımız bir hükmü var: “İdeolojisi olmayanın teknolojisi olmaz.” Mevzuu burada. Siz bir dünya görüşüne veya ideolojiye mensupsanız, ona binaen teknoloji üretiyorsunuz. Yoksa ondan alıyorsunuz, bundan alıyorsunuz. O istediğini yapıyor.

Milyonlarca truva atı alıyorsun. Bu sana ait değilse… Biz arasıra pederle şakalaşıyoruz. Bizim pederin Anadolu var. Elektronik arabalar, Mersedesler falan… Bunların seri üretimi var. Bunlar dünyanın her tarafından istendiği anda takip edilebiliyor. Biz şakalaşarak şimdi “gelin bizim Anadolu takip edin” diyoruz. Teknoloji sizin değilse, teknolojinin sizin aleyhinizde kullanılma ihtimali çok yüksek… Mesela Usame bin Ladin’in yakalanamaması v.s. karşılaştırıldığında biri teknolojiden kaynaklanıyor. Teknolojiyle irtibat halinde olduğumuz sürece çok güvende değiliz. Dikkatli olmalıyız. Teknolojiyi bize özgürlük diye sunuyorlar. Veyahutta Avrupa’da şöyle sunuyorlar: “Hayvanlarınızı çipleyelim. Kaybolduklarında bulursunuz” diye… Pentagon’daki generalin çok mu umrunda senin kedin kaybolmuş? Adam çiplemeyi yavaş yavaş beynine sokuyor. “ İşte bugün kedin kaybolursa buluruz. Yarın bebeğin kaybolursa buluruz. Bebeğine çip geçir” diyor.

İşi yok ta, sen kaybolunca seni bulsunlar. Şimdi bizim bir yakınımız genelkurmaydan biriyle sohbet ederken, sormuş, “Usame bin Ladin’i Amerika niye yakalayamıyor.”diye? Kardeşim demiş, “Usame o kadar akıllı ki, yanında bir radyo bile bulundurmuyor.” Amerikan’ın bütün istihbaratı elektromanyetik üzerine… Dolayısıyla Usame Amerika’yı kendi sahasına davet ediyor. Amerika’nın sahasında oynamıyor.

Bu kitabın konusuyla ilgili bir yazı yazdım. Bir iki cümle… Müsaadenizle onu bir okuyayım. “Batı en son 1945 senesinde savaştı. Viyana meydanına bu tarihte döşenen taş hâlâ orada… Ancak Asya yüzyıllardır savaş içerisinde… Ve bu savaşlar Asya insanlarının savaşı değil… Sömürgeci ülkelerin savaşı… Ancak onlar harp meydanı olarak Paris’i, Londra’yı, Washinghton’u değil, Asya ülkelerini seçtiler. Ezilen, yakılan, dökülen, ırzına geçilip, tecavüz edilen hep Asya ve Afrika oldu. ABD ile Almanya arasındaki savaşın topraklarımız üzerinde yapılmasına müsaade etmeyip, onları Berlin ya da Washinght meydanında karşı karşıya getirmedikçe ya da savaşı batının modern silahlarının işe yaramayacağı bir sahaya taşımadıkça savaşları bizim kazanmamız çok zor olacaktır.”

Cepheyi düşmanın sahasına taşımak. Mevzu işte bu. 11 Eylül’de olduğu gibi… Bundan yıllar önce Kumandan “Amerika’yı Amerika’da, İngiltere’yi İngiltere’de, Fransa’yı Fransa’da vurmadıkça bu savaş kazanılmaz” demişti. Birileri de o düşünceyi yaydı.

Önleyici vuruş doktrini…

Savaşı oralara yaydı. Batı kendini bir üst seviyede görüyor. Onun dışındaki bütün insanları kendilerine hizmet etmek için köle olarak görüyor.

Şunu unutmamak lazım: Batı’da vicdan yoktur. Utanma yoktur. Bunun o hakkı yoktur. Şu senin olsa bile eğer sen bunu almazsan, o onundur. Batı sadece misillemeden anlar. Bunu unutmamak lazım. Batı’nın önümüzdeki dönemde şöyle bir açmazı var: Fransa’yı düşünün. Fransız günde beş saat çalışıp, ayda üç bin frank maaş alıyor. O, üç bin frankı günde beş saat çalışmakla gerçekten kazanmıyor. Fransa Afrika’yı sömürüyor. Beş saat karşılığında ona veriyor. Ama bu arada şu oluyor: İşgaller, işkenceler, olaylar sonucu Afrika insanı uyanıyor. Uyanınca kendi toprağına, madenine sahip çıkıyor. Bu sefer Fransa’nın işi zorlaşıyor. Eğer Fransa’da bir şeyler yapmak isteniyorsa, benim kanaatim o şöyle olabilir: Siz Avrupa’daki düzeni o Avrupalı insanın sofrasına müdahale ederek ya da onun huzurunu bozarak, kaçırabilirsiniz.



7 Temmuz, Londra gibi mesela…

Bir Fransızın neskafesindeki krema az olduğu zaman bunalıma girer. Ya da çikolatası o sabah kahvaltıda yoksa…

Londra’da rahat bir şekilde dolaşamazsa sıkıntıya girer.

Tabi bunalıma girer. Batı’nın böyle bir açmazı var. Bu lüksü kaç on yıl devam ettirebilecekler.

“Bu hayat biçimimize saldırıdır” diyorlar.

Evet. Bu ezilen milletlerin uyanmasına bağlı… Biz ne zaman uyanıp ta, “yeter artık!” dersek bu tersine dönebilir ancak. Uyanmaması için milyar dolarlar harcanıyor tabi. ki.
Şuraya geliyor mesele: Batı’nın korkusu cihadçı İslâm, cihad ruhu. O yüzden camilerde ağaç dikin, ormanı sevin, kan verin denilir.

Diyaloğa girin.

Şunu söylemez: “Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiz” ayeti okunmaz.

Bunun ötesinde dünya görüşü, bir sistem teklif edebilme durumu yok. Batı çöküyor. Batarken, “ötekileri de çökerteyim” düşüncesinde… Çin ve Hindistan’ın bir sistem teklif etme çapı yok. Çin büyüyor ama Batılılaşarak büyüyor. Şanghay’daki gökdelenler New York’u geçmiş. Nihayetinde Batı kafasındasın.

O gökdelenler Çin malı değil zaten… Şöyle düşünmek lazım. Şu ânda Amerika’yı, Beyaz sarayı ele geçirmiş kapitalist savaş çetesi 1950’ye kadar Londra’daydı. Tabi İngiltere 1880’den 1950’ye kadar, Hindistan’dan Yemen’e kadar işgal etti. Dünya çapında kin ve nefret kazandı. Ekonomisiyle askeriyle yoruldu. O dönemde Londra’yı ele geçirmiş zihniyet, baktı ki Londra atı yoruldu. Londra atıyla iş yapılamayacak. Gitti ve Washington’a yerleşti. Şu anda Amerika üzerinde yapılan işleri aslında Amerika yapmıyor. Amerika’nın yaptıkları muhalif ciddi hareketler var. Ama Amerika’da robotun beyni ele geçirilmiş. Bir savaş çıktısı tarafından Pentagon ve Beyaz saray ele geçirilmiş. Bu yüzden meseleleri anlatırken bizim Amerika-İngiltere değil de, o savaş lobisinin zihniyetini, kapitalist savaş cehdinin felsefesini anlatırsak bu savaş çetesi yarın Londra’dan kalkıp, Pekin’e geçebilir veya Berlin’e geçebilir. Biz onları iyi anlatırsak, onlar nereye geçerse geçsin, insanlar onları şak diye yakalarlar.

O da doğru. Biz dergilerimizde haçlı zihniyeti-roma nizamı diye ifade ederiz. Bugün Amerika olur. Yarın başka biri olur.

O düşünceyi deşifre etmemiz lazım.

Tabi, burada da kavramların içinin boşaltılması var. Kavramlar konulmuş: Mümin, kâfir, münafık… Cephe konulmuş. Bu üçünden birisiniz siz. Ona göre tarafınızı belli edersiniz. Karşınızdakini de ona göre taraf ilan edersiniz. Olur, biter. Yoksa benim için Amerika’da olmuş, İngiltere’de olmuş. Çok önemli değil. Benim içim zihniyet önemli… Neye hizmet etti? Benim şu hoşuma gitti. Benjamin Franklin’in sözünü almışsınız. Bu kendini tersinden ifade etmiş. “Kel kafalı kartalın ülkemin sembolü olarak seçilmesine hayıflanıyorum. Bu ahlaksız, sahtekârlık ve hırsızlıkla geçinen insanlara benzeyen bir kuştur. Genellikle yoksul ve çoğunlukla pire doludur.”

Tarihte Amerikan milleti diye bir millet yok. Şöyle düşünün. Birisi çıksa, “yeni bir kıta keşfedilmiş” dese, ben bu kıtaya gitmem. Bu kıtaya bulunduğu sahada iş yapamayan üçkâğıtçı, o toplumda yer edinemeyenler gider oraya. Şu ânda Amerika’nın tohumlarını Fransızların sapığı, İngilizlerin alavere dalaverecisi, İskoçya’nın bilmem nesi, Amerikanın mayası, diğer devletlerin ne kadar pis işleri varsa onların kurduğu bir devlet. Dolayısıyla devlet olarak oradan hayırlı bir şey beklemek mümkün değil. Çünkü hepsi alvere dalavereci, cinsi sapık, kumarbaz, mayası bozuk yani…

Bizde senelerce televizyonlarda kızılderililere karşı kovboyları savunduk hep. Öyle bir zihniyetle büyüdük. Ne zaman aklımız ermeye başladı. Kızılderilileri tutmaya başladık.

Şimdi bunu Almanya örneğinde de görüyoruz. Türkiye’den Almanya’ya ilk gidenler hep o köyünde, kasabasında işi olmayan insanlar. Ben kendi akrabalarımdan biliyorum. Deli Mehmet dayım, öteki deli Turhan… Almanya ve Avrupa bizi onlarla tanıdı. Biz onlar mıyız yoksa onlar mı biz? Değiliz tabi ki. Benim dayım deli Turhan yapmadığı etmediği kalmadı Almanya’da…

Bu güzel röportaj için teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür eder, Aylık dergisine başarılar dilerim.

1 yorum:

  1. salih mirzabeyoğlu hakkında böyle bir şey söylemediğini televizyonda açıkladı.röportaj kendisi yazmış bunu

    YanıtlaSil