MUKADDESATÇI KÜRT

Sezai Kırlangıç 





Boyacı ve boya… İnsanın ten rengi ve varlık şuuru... Beğenilmeyen şey boya mı, boyacı mı? Türk, Kürt, Arab, Zenci, Japon vs. siz hangi renk boya ve sesle geldiniz dünyaya? Kabuğunuzun kalitesi ne? İngiltere’de, İngiliz kabuğu daha mı değerli Türk’ün kabuğundan, yahut Yunanistan’da, Yunan kabuğu Türk’ün kabuğundan daha mı kaliteli, daha ötesi Batılılaşmak için yüzbinlerce vatandaşının ölümüne seyirci kalmış Türkiye’de, Türk’ün kabuğu daha mı makbul Kürd’ün kabuğundan? Kavim üstü gerçek; Ümmet. Kürtlük şuur ve ahlâkı; dışa doğru yönüyle kabuk, içe doğru ruh. Kabuk içre hakikat; Ruh. Ruh; İslâm ve ahlâkı. Her kavmin kendi hakikatini bulduğu ve yücelttiği İslâm dairesinde insanlar arasındaki üstünlük takva ile ve Allah ve Resûlüne bağlılık ve yakınlık derecesinde. Bu çerçevede her kabuk sahibinin en mühim meselesi kabuğa can veren, şifa veren, izzet ve şeref veren hakikati aramak, bulmak, yaşamak ve kuşanmak. Bu kapıdan girildiğinde Kürd’ün de, Türk’ün de, Arab’ın da en mühim meselesi bu. Yine bu kapıdan girildiğinde Kürtlük Şuuru veya Türklük Şuuru veya Arablık şuuru, özünde Ümmet şuuru ve varoluş şuurundan başka bir şey değil. Kürd’ün de, Türk’ün de kendisini ifade edebildiği ve mânâlandırabildiği, zamana ve hayata dair hâkim tavır sergileyebildiği tek bir menbâ vardır. O da İslâm’dır. “Fertte toplu topluluk hakikati”... O hâlde, Mukaddesatçı Türk ne ise Mukaddesatçı Kürt de odur.

İçinde bulunulan durum ise; O’ndan mahrum olunca ne hâle düşüleceğinin, O’nunla var olunca nerelere kadar yükselineceğinin ve dünyaya mührünü vurabilme ahlâk hüviyetine nasıl kavuşulacağının resmidir. Son dönem tarihte, soyadı kanunu ile bir soy karmaşası yaşatılan T.C.’de ve diğer ülkelerde de benzer uygulamalarla karıştırılan kütükler yüzünden, sonraki nesiller tarafından Türk, Kürt, Arab diye tanınan nice Sabetayist ve Yahudi; Türkçü, Kürtçü, Arabçı diye meydan yerine çıktı ve onlarca yıl sürecek fitne ve fesat faaliyetlerini, ele geçirdikleri iktidar ve devlet gücünü kullanarak adı geçen milletlerin beynine kazımaya başladı.

Sadece bununla yetinmeyen Siyonist ve Haçlı zihniyeti, çeşitli vesileler ile milletler arasına saçtıkları kin ve nefret tohumlarını büyütmek ve geliştirmek için katliamlara, ihanetlere girdiler ve iğrenç ifadelerle yayınlar yapmaya başladılar. Aynı merkezin farklı tarafları olarak, sözde temsil ettikleri milletler adına eser, makale, gazete, dergi yayınlayarak, mücadele-kavga ederek ve zıtlaşmayı derinleştirici hainâne işbirliklerine, mensubu olduğunu iddia ettiği milletler adına imza atarak bu gelişmeyi hızlandırdılar. Ziya Gökalp, Nihal Atsız, Barzanî ve Talabanî ezberden ağızda dolaşan isimlerden bazılarıdır. Oysa adları, makamları, yurtları tarafımızca ve herkesçe malûm iblisleşmiş öyleleri var ki, kanun dairesine çarpmadan yahut yanlış anlaşılmak gibi bir hâle düşmeden onları açıklamak zor.

Ancak birileri Türk’lük adına Türk’ü İslâm’dan ve İslâm coğrafyasından koparıp bütün Müslümanlara düşmanlık beslerken, diğeri Kürtlük adına Kürd’ü İslâm’dan koparma ve Müslümanlara düşman etme gibi alçaklıklar peşinde. Bu bedihî durum karşısında dün Laik-Batıcı Türklerin Türk’ü ruh kökünden koparıp nidüğü belirsiz tipler hâline getirmeye çalışmasına mukabil, bugün de Laik-Batıcı Kürtler, Kürd’ü ruh kökünden koparmaya, Kürd’ün inanç ve kültürüne halel getirmeye çalışmaktadır. Mukaddesatçı Kürt, bu kuşatmanın hedefinde hem yok olmamak hem de varolmak için direnç göstermeli, dinî-ilmî-siyasî-ahlâkî bütün muhteşemliği ve şahsiyeti ile meydan yerine dikilmelidir.

Mukaddesatçı Kürt şu hakikati kalbinin en ulvî, beyninin en yakıcı, aklının en belirgin noktasına, en keskin bıçağın açacağı en derin ve acılı bir biçimde kazımalı ve her dem taze tutacak şekilde tuzlamalı, deşmelidir:

O hakikat şudur ki; Kürtlere Moğollardan sonra en büyük zararı Siyonist Haçlı üçlüsü “İsrail-Amerika-Avrupa” vermiştir. Bu üçlü, içte ve dışta kendilerine buldukları av köpekleri ve işbirlikçi hainler vasıtası ile Kürd’ü içte kıskıvrak yakalayıp ruhunu hallaç pamuğu gibi dağıtmaya uğraşırken, dışta işbirliği içerisinde olduğu hainler vasıtası ise törpületmekte, büsbütün keyfiyetsiz, kifâyetsiz, ehliyetsiz ve ehemmiyetsiz kalmanın yollarını açmaktadır. Yine bu üçlü, içte avladığı avlar vasıtası ile Kürd’ün ruh köküne son darbeyi indirebilmek için onu büsbütün kültüründen, ahlâkından, dininden, irfanından, izzet ve şerefinden uzaklaştırmak istemektedir. Kürt de bilmektedir ki, İslâm onun şerefi, izzeti ve haysiyetidir ve Batı’nın ona –özünden kopartmak üzere- gösterdiği dostluk İslâm’a olan bağlılığındandır. Ne zaman ki bu bağ kopar, Kürt bilmelidir ki, “efendi Kürt gitmiş, uşak Kürt gelmiştir”. Hiçbir Müslüman Kürt asla buna müsaade etmez, edemez. Malûm olduğu üzere, kasabın koyuna gösterdiği muhabbet ve eliyle boynunu incitmeden okşaması, keseceği âna kadar ve keseceği yer nisbetindedir.

Batı, İslâm’la Kürd’ün ayrışmasını kışkırtırken, aynı zamanda birleşmesinin-buluşmasının önüne geçmek ve kesmek için elinden geleni yapmaktadır. Siyonist-Haçlı bugün Kürt bölgelerini Kürtlerin gözünün içine baka baka yağmalamakta ve hatta bu yağmada Kürtleri kullanmaktadır.


Evet, Mukaddesatçı Kürt bilmektedir ki, “Hırsız; çaldığı malı, çok küçük bir bedelle yine malın asıl sahibine taşıtma” dolandırıcılığını yapmakta ve mal sahibi büyülenmiş misâli “his iptali” çerçevesinde buna âlet olmaktadır. Mukaddesatçı Kürt buna izin vermeyeceği gibi, içte ve dışta “ak sütün içindeki ak kıl”a tahammül edememe şuur ve şiarı ile her çeşit yağmaya, hırsızlığa, şuursuzluğa, ahmaklığa ve işbirliğine yine ondan beklenmeyecek bir şiddet ve öfke ile karşı çıkacaktır. Bu merhamet, adalet, öfke ve muhabbet tavrı “zıtlar arası muvazanenin üstün nizamı, İslâm” nisbetinde hayat bulacak ve Üstad Necib Fazıl Kısakürek’in “Deli Olmak Lâzım!” şeklinde misâllendirdiği varlık cehdini bir borç ve vazife olarak her ferde yükleyecektir. Evet o başlık ve altında yazılanlar ;

“Tarihte, belli başlı tahakküm ve tasallut zümrelerince milletlerin kıskıvrak bağlanmaları ve iradesiz (medyum)lar gibi keyfî fermanlara münkat kılınmaları, hep aynı usule bağlıdır. Bu usul, içtimaî benlik ve birlik duygusunun o zümreler tarafından sömürülüp yokedilmesi, fertler arasındaki bağların çözülmesi ve her ferdin kendi başını kurtarmaya mecbur bir infirat hâline getirilmesidir.

Tahakküm ve tasallut zümreleri, anlayarak veya anlamayarak, fertte içtimaî alâkaya yer bırakmazlar. Onların rejiminde fert, sadece kendi şahsî ve nefsanî alâkasının dopdolu küpü halinde kalır ve başka küplerden kaç tanesi kırılırsa kırılsın, kendi küpüne zarar gelmedikçe başını kaldırmaz.

Kitle duvarı, tuğlaları arasındaki bütünlük rabıtasını kaybettiği ve sadece entipüften bir kemmiyet istifiyle durduğu için, tahakküm ve tasallut zümreleri, diledikleri gibi o duvarı mıncıklarlar ve hiçbir mukavemete uğramazlar. Zira mukavemet edecek tuğla, tek başına ve bir fiskede düşürülür ve gittiğiyle kalır.

Fizik ilmi bile gösterir ki, zerreler arasında kitle alakası bulunmadıkça cisimler teşekkül edemez; ve hiçbir kuvvet, bir cismin kitlesine hâkim olmadan zerrelerini müteessir edemez. Fakat insan kitlelerinde vaziyet tersinedir. Zerreler müteessir edilerek kitleye hâkim olunur.

Böyle cemiyetlerde, kimse çıkıp da ‘yâhu, birleşin, ne duruyorsunuz, her irade sizin değil mi?’ diye bağıramaz. Çünkü bunu bağıracak olan, daima, cemiyet değil, bir veya birkaç fert olacaktır ve onlar da cemiyette cemiyet haysiyetinin teşekkülüne vakit kalmadan tasfiye edilivereceklerdir. 

Geride kalanlar da, daima fert kadrosunda, asla cemiyeti teşkil edemeden başlarına gelecek bu mahzun ve mahkûm âkıbeti bildikleri ve ondan tek tek ürktükleri için hiçbir şey yapamazlar. Böylece bir cemiyette tek tek herkesin ‘hayır!’ dediği bir mevzuda, birbirine bağlı üç-beş zalimin ‘evet’i, ister istemez hüküm sürer.
Bu hale gelmiş ve getirilmiş cemiyetlerde, zalimler şebekesi alenen kitlenin tarihine, an’anesine, maşerî vicdanına en şenî fiili tatbik etse, fertler, bu tecavüz kendi öz karılarının başına gelmedikçe hâdiseyi benimsemez ve umursamaz olur.
Böyle cemiyetlerde, fert, gitgide o kadar alçalır ki, millî vicdan, bir kadın gibi, açık havada, bir paspas üzerinde ve dünyanın gözü önünde kirletilse kimse kendi üzerine toz kondurmaz. 

Bütün tarih boyunca firavunlar, kisrâlar, çarlar, racalar, mandarenler, krallar, tiranlar, melikler, imparatorlar, kayserler, sultanlar, her türlü zulüm şebekelerinin başları, daima bu metodla kitlelere hükmetmişler; fakat onların tasallutları her şeye rağmen maddî istismar plânında kalmış, teşkilâtlı ve imtiyazlı sınıf sayesinde muvaffak olmuş, büyük kitlenin cehalet ve şuursuzluğu da buna yardım etmiştir.”

Bu çerçevede Mukaddesatçı Kürt, onu kardeşine düşman kılan ve aynı coğrafyada binlerce yıldır yaşadığı komşusuna kendisini “katil” gibi gösteren ve böyle görsün diye onlarca yıldır içte ve dışta devşirdiği hainler vasıtası ile ruhta, kültürde, siyasette, fikirde, ahlâkta, gelenekte ne varsa imha eden, iğfal eden düşmanını iyi bilmektedir. Aynı Kürt, kendisine yapılan ve söylenenin; Türk’e, Arab’a, Zenci’ye, Hintli’ye, Kazak’a, Faslı’ya yüzyıllardır yapıldığını bilmekte ve acı da olsa idrak etmektedir. Bunun şuurunda olarak ve bulunduğu camiayı, cemaatı, cemiyeti, örgütü, grubu ve derneği uyandırmanın zor olduğunu bilmekte ve bunun “deli olmak lâzım” türü bir tavır gerektirdiğini hissetmektedir.

Bütün bu mânâlar çerçevesinde Mukaddesatçı Kürt, dininin, dilinin, kültürünün ve şerefinin sahibi ve dâvâcısıdır. Bunun inanç ve şuurunda olarak tarihine, kültürüne bakmakta ve Batılılaşma-yabancılaşmaya karşı tertemiz ve berrak sulardan, zerre miktari nefsanîlik, ırkçılık ve kavmiyetçilik karıştırılmamış pınarlardan beslenmektedir.

Evet, Mukaddesatçı Kürd bu mânâda inancının ve ahlâkının dâvâcısı olmak memuriyet ve mecburiyetindedir. Çünkü onun şerefi, inancı ve ahlâkıdır, yâni; iffeti ve izzeti, namusu ve şerefidir. 


MÜCAHİD BİR KÜRT KADINI; KARAFATMA (FATA REŞ)


MÜCAHİD BİR KÜRT KADINI; KARAFATMA (FATA REŞ)

Sezai Kırlangıç



Geçmiş günümüze ışık tutucudur, ‘şimdi-bu an’ eksikse tamamlanması icap eden, yanlışsa doğru istikamet bulması gereken, doğruysa mükemmelleşmesi gereken durum arz eder. Kürtlerin Müslüman bir millet oluşu ve yine Müslüman milletlerin kadın anlayışı üzerine zirve noktalarda bulunuşu elbette halimizi işaretlemekte en önemli amil olacaktır. Çünkü düne baktığımızda Muhaddise âlime kadınlar, medrese eğitmeni hüviyetinde onlarca âlim yetiştirmiş müderris hanımlar, ‘Bey’ mahiyetinde idarede görev almış, kılıç çekerek kahramanlık destanları yazmış hanımlar vardır Kürt’ün tarihinde.

Günümüze bakıp; son yüzeli yıldır estirilen Batılılaşma-yabancılaşma faaliyetleri ve yine Siyonist-Haçlı terörünün Müslüman milletlerin içine soktuğu gayri ahlaki düşünce ve nizam sebebi ile çirkef içinde gördüğümüz kadını değerlendirmeye ve bununla ‘Kadın’ meselesine değinmeye kalkışmak Türk kadını kadar Kürt kadınına da haksızlık olacaktır. Nihayetinde O, bunca çirkefin kendini kuşatmasına ve yozlaşmış bazı anlayışlar üzerinden sözde ahlakilik adı altında baskı altında tutulmasına rağmen duruşu, ahlakı, samimiyeti, çilesi, öfkesi, iffeti ile tam bir İslam kadınıdır, Müslüman kadındır. Bu olmak ve olmak mecburiyetindedir. Bunun sayısız örneği tarihte ve şimdi mevcut haliyle vardır. Sokağın cemiyetin görünen kısmı olduğu lakin sokağın ar-edep açısından mahcubiyet getirmesi hasebiyle hakiki ve orijinal Türk ve Kürt kadınlarının ulvi bir ahlak çerçevesinde manevi bir korunma içgüdüsüyle sokaktan uzak durması hasebiyle ‘görünen işin çirkef kısmı’ olmuştur ki buda sayısı üç beş bini geçmeyen, bir kitleyi meydana getirir. Ancak batıcı laik eğitimin getirdiği ‘ürkütücülük’ sebebi ile on binlerce Kürt kadını eğitim almaktan mahrum olduğundan ‘dehasını, yiğitliğini, ‘Din’i Mübin’ çerçevesinde çokta kullanamamıştır. Batılılaşma faaliyetleri ile birlikte cehalet tüm Anadolu’yu sardığı gibi tüm ‘Kürdistan’ı da sarmıştır. Hatta daha kötü olarak bir yok sayma ve inkârla, varlığı dar bir alana ‘tam bir mahrumiyet’ alanına sokulmuştur. Yazımızın muhtevası hem inkârı, hem dönüştürmeyi, hem imhayı, hem de asimileyi rahatça görebildiğimiz bir isimi Müslümanlara hatırlatmak olacak. Rejimin aydınları tarafından Türk addedilen(ki olsa ne olur olmasa ne olur, pis bir ırkçılığın, ayaktakımı goyguculuğunun iğrençliği işte),  oysa katıksız bir Kürt olan(buda bir marifet değil ya, ahmağın inkârı, cevap doğuyor), hem bir mücahide kadın (ki laik batıcılar bunu da inkâr eder, sanırsınız Kara Fatma 1800’lerde mühim bir Kemalist) hem de bilge bir yiğitti.

Peki, bahsini ettiğimiz bu Kara Fatma (Fata Reş) kimdir? 


Önde gelen Kürt kadınları arasında en tanınanlarından biri olup; cesaretiyle, yiğitliğiyle, otoritesiyle ve duruşu ile birçok dergi ve gazeteye konu olmuş, herkes tarafından övgüyle methedilmiştir. Kürt kadın tarihinde önemli bir yer tutan Fata Reş Xanim(Bazı Kürt bölgelerinde Fata Nêr - Erkek Fatma olarak bilinir) Toroslarda bulunan Revandiz'de yaşayan Maraşlı aşiret reisi olup, l9. Yüzyıl ortalarında Kırım Savaşı dolayısıyla 300 süvarinin başında İstanbul'a gidip Sarayla görüşmeler yapmış ve Ruslara karşı savaşmaya hazır olduklarını belirtmiştir.

Ortaya koyduğu cesareti ve kahramanlığından dolayı 1853-1856 yılları arasında katıldığı Osmanlı - Rus savaşlarından dolayı “Kürd Mücahidi” olarak meşhur olmuş İslam ordusu saflarında Rus yayılmacılığına ve emperyalizmine karşı direniş göstermiş ve Din’ü devlet için birçok er kişiden daha yiğitçe davranmıştır. Bu tavrı ve çıkışı onun halk arasında sevilmesine ve destanlaşmasına sebep olmuştur.

Osmanlı son dönem aydınlarından Mithat Efendi, Kırk Anbar adlı dergisinde Amazonlar adı verdiği birçok ünlü kadının yanı sıra ünlü Kürt mücahidesi olan Kara Fatma'ya da yer verir. Kitapta Kara Fatma’ya dair birçok olay anlatılmış ve onun yiğitliği, dehası, bilgeliği vurgulanmıştır. Bunun yanı sıra, o dönemdeki gazeteler de sayfalarında bu Kürt ve Müslüman olan mücahideye genişçe yer vermişlerdi. O dönemde yayımlanan El Vakai el-Mısriye Gazetesi, 4 Kasım 1877 tarihli ve 730 sayılı nüshasında bu mücahide prenses hakkında şunları yazmıştı: "Ordu komutanlığı yapan Kürt prensesi ile çok konuşuldu. Ancak İstanbul'dan edinilen bilgilere göre, bu prensesin adı Kara Fatma'dır. Osmanlılar, Forzim. Tepe'ye saldırırlarken Kara Fatma ordu komutanıydı. Çok zengin ve güzel olan Kara Fatma, milli ve İslami şuuru ile ken­disine 500 gönüllü asker toplayıp, onlara komutanlık yaparak düşmanla savaştı."


1800’lü yılların sonunda vefat eden bu Mücahide Kürt kadını, dönemin Avrupa gazetelerinde “Kürt Prensesi”, “Kürdistanlı Kara Fatma” ve “Kürt Amazonu” olarak tanıtılmış ve cesareti ile konuşulmuştur.

Kürt kadını denilince akla Ehl’i Sünnet Ve’l Cemaat çerçevesinde yaşayan, Şafii mezhebine mensup; iffet, onur, şeref ve namusuna düşkün, Din’ü Devlet uğruna can vermeyi cana minnet bilen, sabır ve kanaat sahibi kadınlar gelir. Kürt kadını bu manada İslam kadını olmak gibi bir mükellefiyeti omuzlarında taşır, taşımalıdır. Kürt kadını İslam dünyasının saygın âlimlerinden haberdardır, onlara karşı hürmetkârdır.  Diğer yandan Lenin nedir bilmediği gibi, Marx’ı da tanımaz ne dediğini de bilmez. Lakin dinsizliğin en büyük kötülük olduğunu bilir, işkenceyi bilir, evlatlarını kurban alan batıcılığı bilir ve ondan nefret eder. Diyarbakır’da akan kan canını yaktığı gibi Filistin’de akan kanda canını yakar. Moskova, Paris, Washington nesredir bilmez, ama Amerika’dan nefret eder, Rusya’dan nefret, İsrail’den nefret eder. Çünkü o sımsıkı İslam bağlısıdır. İslam’a ihanet edenden nefret ettiği gibi O’na düşmanlık edende nefret eder. Kürt kadını Kara Fatma gibidir, yiğittir, cesurdur, din için canını feda edecek kadar fedakardır ve olmak zorundadır. Çünkü O evlatlarını dinsiz görmek istemez, laik görmek istemez, aciz görmek istemez. Dindar ve yiğit görmek ister, Pazarlıksız Allah ve Resulü yolunda görmek ister…


Selam olsun Din’ü Devlet’in yılmaz savunucusu FATA REŞ’lere. 

 

Bizim Onlarla Problemimiz



        Bizim ‘onlar’la olan problemimizin kökeni; derinlerde, çok derinlerdedir. Bu yüzden de işe ‘onlar’ın ‘epistemesi’ni reddederek başlıyoruz. Bilgi, bilgiyi edinme, onu tasarrufuna alıp işleme, ona bir suret kazandırma, geçmişin bir bâkiyesi olan değerler ve atıflar sistemini yeni bir formda bugüne taşıma… Bütün bunların mecmuu ve daha fazlası bir ‘hayat tarzı’dır, bir ‘hayat tarzı’ ifadesi… Biz, ‘onlar’ın hayat tarzını reddediyoruz; çünkü ‘onlar’ın epistemesini kabul etmiyoruz. Biz onların epistemesini reddediyoruz, çünkü ‘onlar’ın hayat tarzlarını kabul etmiyoruz. Bu reddedişin kuru ve sadece bir reaksiyondan ibaret olduğunu kimse iddia edemez. Yüz elliden fazla esere tekâbül eden Büyük Doğu-İBDA Külliyatı, aynı zamanda bir tekliftir. Bu teklifin mücessem ifadesi ve adı; Başyücelik Devleti’dir. Başyücelik Devleti de; sayın Dr. Hakkı Açıkalın’ın bir yazısında ifade ettiği üzere; ‘asla rücû makamıdır’…


      Asla rücû etmenin şartı; kendi dilini konuşmaktan, kendi anlam haritanı oluşturmaktan, kendi değerler ve atıflar sistemini yeniden inşâ etmekten geçer. Bu, Batı’nın özellikle son beş yüzyıldaki verimlerini inkâr mânâsına gelmediği gibi, ‘ilim ve tekniğini alalım, ahlâkları kalsın’ gibi görgüsüz bir tefekkürün eseri olan ‘aforizmalarla’ da olmaz. Her şeyden önce; ‘ben şuuru’… Ve bu şuurun, kendini her alanı teshir etmekle mükellef görmenin tabiî tezahürü hâlinde, iş ve eserde tütmesi… Bu şuuru şuurlaştıran; ‘beşer zekâsının sekreterliği’ makamına sahiplik vehmetmeye hakkı olandır… Son 500 yılda görülen ve tedricî olarak her alana sirayet eden donmanın neticesinde bu makama sahiplik vehmetmek bir tarafa, bu idrak bile kaybolmuştur. ‘Ben’ini "Batı Tefekkürü ile İslâm Tasavvufu arasında kanatlarını açan, birinciyi ikincinin önünde hesaba çeken" olarak konumlandıran İBDA; ‘beşer zekâsının sekreterliği’ makamını temsil noktasında olup kendi hayat tarzını ‘Yeni Dünya Düzeni’ olarak ifade ve teklif etmektedir. ‘Beğer zekâsının sekreterliği’ne sahiplik de öyle kuru kuruya olmayacağına göre… Yapılması gereken belli; ‘onlar’ın epistemesine rağmen şekillenen, ‘onlar’ın epistemesini aşan, ‘onlar’ın epistemesini hedef alan, bütün bunları da ‘onlar’ın epistemesini tasarrufuna alarak yapan şümullü bir dünya görüşü meydana getirmek… Bunu böyle yazmak kolay da; zor olan yapabilmek. Bunu yapabilmek için; sarsılmaz, aşılmaz, çözülmez bir irade, ‘kanatlarını yakacaksın’ ikazına muhatap kalacak kadar büyük bir tecrit ufku, bu ufku yakalamak için de her iki kutbu hemahenk kılacak kadar sağlam bir kanat lâzımdır ki; bütün bu vasıfların sahibi olmak bir tarafa, bütün bunların adı ve ifadesi; Salih Mirzabeyoğlu’dur.

      Salih Mirzabeyoðlu, ‘şuur süzgeci’nden, ‘bedahet davası’ndan, akıldan bahseder. Zaten ‘hayat tarzı’ meselesi de müntehasında buralara kıvrılır. ‘Hayat tarzı’nı kendine mesele edinen, mevzu konuşmaya buradan başlamalı. Yahut en basit, en müşahhas meselelerden başlayıp işi buralara kadar getirmeli. Öbür türlüsü basit itiş-kakış ve neticede kendi ‘ben’ine yabancılaşmadır. Bu yabancılaşmaya en müşahhas misâl; RTE’nin ‘Demokrasiyi tartışılır hâle getiriyorlar.’ sözüdür. Bu sözü eden ediyor da Baran’dan gayrı hiç kimse kalkıp; ‘Ee ne var bunda? Demokrasi vahiyle ikmâl olunan, bir peygamberi, bir kitabı olan bir din mi?’ demiyor. Bunun en büyük sebebi; demokrasinin bir bedahet gibi kabul edilmesidir. Bunun böyle kabul edilmesinin en büyük sebebi de; kendi dilini konuşmamak, zihin ve dil savaşında pasif kalıp, kendi kelimelerini kullanamamaktır. Demokratik veriler âdeta bir bedahettir. Niye? Çünkü demokrasi olmazsa faşizm olacağı bedihî bir hakikattir. Yok yahu, o da nereden çıktı? Görülmüyor mu ki; bu bir açmaz, bir tezgâh, bir zihnî kuşatılmışlıktır. Gerek fikrî namusu ve gerekse sahibi olduğu malzeme itibariyle bizim için büyük bir değer belirten bir sosyalist yazarın şahsımıza sorduğu şu soru, bu kuşatılmışlığa misâldir: ‘Peki sizin nizâmınızda demokratik hak ve özgürlükler nasıl olacak?’ Kendisine yaptığımız onca izâhtan sonra böyle bir sorunun gelmesi, zihnî kuşatılmışlığın ne raddede olduğunu göstermesi açısından mühimdi. Cevabımız; ‘Bizim nizâmımızda böyle bir hak ve özgürlük olmayacak.’ oldu. Böyle bir hak ve özgürlük olmayacak, çünkü bizim hak ve özgürlüklerimizin ad ve ifadesi; ‘demokratik hak ve özgürlükler’ değil. Hürriyet; bizim için ahlâkî bir zorunluluk olup, bilgilenme faaliyeti ile paraleldir. Bu, ‘ferd’ olarak tavsif edilen insanın varoluşu ve ferdî zuhuru ile alâkalı ve de ilintili olup son kertede insanı ‘birey’, ‘vatandaş’ ve ‘özne’ olarak tavsif eden Batı’nın ‘demokratik özgürlük’ü ile bir ve aynı değildir. Dolayısıyla ‘demokratik hak ve özgürlükler’ üzerinde ifade olunmaz. Çünkü Batı, insana bir özgürlük bahşedendir. İnsan, bir değerler skalasına nispetle ifade edilen bilgiye erdiği nispette ‘eski’den arınır, ‘büyük akıl’a yaklaşır, bir ‘bütün’ün parçası hâline gelir, bir ‘bütün’ün içinde âdeta eriyerek varolmak zorunda bırakılır. İnsanı sadece bu şekilde ve bu süreçte varolmaya zorlayan, bu yüzden de aklî-ruhî bütün ukdelerini tahrip eden Batı, daha sonra döner ve; ‘şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran bir organ olarak senin canını, malını koruyacağım, sen benim korumam altında özgürsün.’ deyip, insanı bir çite hapseder. Bu çit, ontolojik ve epistemolojik çitlerdir. ‘Onlar’a göre insanı var eden unsur; devletçe vatandaş kılınmasıdır. Vatandaş kılan unsur da, hiyerarşik bir tasnife tâbi tutulan bilgiye ermesi, bilgiyi üreten, sunan, tasarrufuna alan devlete olan tâbiyetidir.
      İnsanı ürettiği bilgi ile bağlayan, onunla sınırlayan, varoluşunu bu bağ üzerinden ifade etmek zorunda bırakan, bunu da bedahet gibi sunan bir anlayışın bizim seciyemize ne kadar zıt olduğunu bir taksicinin bize anlattığı yaşanmış şu hikâyeden süzmek mümkün: Giresun’un Alucra ilçesinde bir kaza olur. Kazanın neticesinde birçok insan ölür. Şoför hâkim karşısına çıkar. Hâkim; ‘bu kadar vatandaşın ölümüne sebep oldun, ne diyorsun.’ der. Alucralı şoför hiç bir şey anlamaz ve; ‘Valla hâkim bey, ben kaza yaptım. O kazada da şu kadar insan öldü. Ama ben vatandaş’ı tanımam, bilmem… Ben vatandaş falan öldürmedim, bu iftira…’ der. Anadolu insanın o zamanki tabiî reaksiyonudur bu. Zira onun için insan; insandır, ‘vatandaş’ değil. 

        İnsanı ‘vatandaş’ olarak ifade etmek ve bunu bir bedahet gibi görmek; bir zihin kirlenmesi ve yukarıda bahsedilen çitlere mahkumiyettir. Böylesine bir zihin kirlenmesinin yaşandığı bir cemiyete ‘Beşer Zekâsının Sekreterliği Makamı’ndan, ‘onlar’ın epistemesini toptan reddetmeden, ‘asla rücû makamı’ olan Yeni Dünya Düzeni’nden, yeni bir hayat tarzından bahsetmek biraz lüks değil mi? Değil. Zira öyle veya böyle şuurlarda dönüşüm başladı. Ve bu dönüşüm; en açık, en net bir şekilde ve her mahfilde dile geliyor. Meselâ? Meselâ; ‘Benim oyumla bir çobanın oyu bir mi?’ diyen akıllı sarışın A. Kayacı... Başka? Meselâ; ‘Demokrasiyi tartışılır hâle getiriyorlar.’ diyen ve Derviş Vahdeti çizgisinin günümüzdeki temsilcisi olan bir din meczubu…  

        Peki bu burada kalır mı? Kalmaz tabiî ki. Yarın bir gün ‘AB standartları’nı dillere pelesenk edenlere mukabil bir başka akıllı sarışın çıkar ve ‘Kardeşim Batı,standardın medeniyetidir. Ama bu bir bedahet değildir. Ben her şeyin standartize edilmesini istemiyorum ki, durmadan bana AB standartlarından bahsediyorsunuz…’ derse ne olacak? Olacak olan belli; Derviş Vahdeti çizgisinin günümüzdeki temsilcisi konumunda olan meczuplar ‘AB standartlarını tartışmaya açıyorlar.’ diye feveran eder.

Hayreddin Soykan