Bizim Onlarla Problemimiz



        Bizim ‘onlar’la olan problemimizin kökeni; derinlerde, çok derinlerdedir. Bu yüzden de işe ‘onlar’ın ‘epistemesi’ni reddederek başlıyoruz. Bilgi, bilgiyi edinme, onu tasarrufuna alıp işleme, ona bir suret kazandırma, geçmişin bir bâkiyesi olan değerler ve atıflar sistemini yeni bir formda bugüne taşıma… Bütün bunların mecmuu ve daha fazlası bir ‘hayat tarzı’dır, bir ‘hayat tarzı’ ifadesi… Biz, ‘onlar’ın hayat tarzını reddediyoruz; çünkü ‘onlar’ın epistemesini kabul etmiyoruz. Biz onların epistemesini reddediyoruz, çünkü ‘onlar’ın hayat tarzlarını kabul etmiyoruz. Bu reddedişin kuru ve sadece bir reaksiyondan ibaret olduğunu kimse iddia edemez. Yüz elliden fazla esere tekâbül eden Büyük Doğu-İBDA Külliyatı, aynı zamanda bir tekliftir. Bu teklifin mücessem ifadesi ve adı; Başyücelik Devleti’dir. Başyücelik Devleti de; sayın Dr. Hakkı Açıkalın’ın bir yazısında ifade ettiği üzere; ‘asla rücû makamıdır’…


      Asla rücû etmenin şartı; kendi dilini konuşmaktan, kendi anlam haritanı oluşturmaktan, kendi değerler ve atıflar sistemini yeniden inşâ etmekten geçer. Bu, Batı’nın özellikle son beş yüzyıldaki verimlerini inkâr mânâsına gelmediği gibi, ‘ilim ve tekniğini alalım, ahlâkları kalsın’ gibi görgüsüz bir tefekkürün eseri olan ‘aforizmalarla’ da olmaz. Her şeyden önce; ‘ben şuuru’… Ve bu şuurun, kendini her alanı teshir etmekle mükellef görmenin tabiî tezahürü hâlinde, iş ve eserde tütmesi… Bu şuuru şuurlaştıran; ‘beşer zekâsının sekreterliği’ makamına sahiplik vehmetmeye hakkı olandır… Son 500 yılda görülen ve tedricî olarak her alana sirayet eden donmanın neticesinde bu makama sahiplik vehmetmek bir tarafa, bu idrak bile kaybolmuştur. ‘Ben’ini "Batı Tefekkürü ile İslâm Tasavvufu arasında kanatlarını açan, birinciyi ikincinin önünde hesaba çeken" olarak konumlandıran İBDA; ‘beşer zekâsının sekreterliği’ makamını temsil noktasında olup kendi hayat tarzını ‘Yeni Dünya Düzeni’ olarak ifade ve teklif etmektedir. ‘Beğer zekâsının sekreterliği’ne sahiplik de öyle kuru kuruya olmayacağına göre… Yapılması gereken belli; ‘onlar’ın epistemesine rağmen şekillenen, ‘onlar’ın epistemesini aşan, ‘onlar’ın epistemesini hedef alan, bütün bunları da ‘onlar’ın epistemesini tasarrufuna alarak yapan şümullü bir dünya görüşü meydana getirmek… Bunu böyle yazmak kolay da; zor olan yapabilmek. Bunu yapabilmek için; sarsılmaz, aşılmaz, çözülmez bir irade, ‘kanatlarını yakacaksın’ ikazına muhatap kalacak kadar büyük bir tecrit ufku, bu ufku yakalamak için de her iki kutbu hemahenk kılacak kadar sağlam bir kanat lâzımdır ki; bütün bu vasıfların sahibi olmak bir tarafa, bütün bunların adı ve ifadesi; Salih Mirzabeyoğlu’dur.

      Salih Mirzabeyoðlu, ‘şuur süzgeci’nden, ‘bedahet davası’ndan, akıldan bahseder. Zaten ‘hayat tarzı’ meselesi de müntehasında buralara kıvrılır. ‘Hayat tarzı’nı kendine mesele edinen, mevzu konuşmaya buradan başlamalı. Yahut en basit, en müşahhas meselelerden başlayıp işi buralara kadar getirmeli. Öbür türlüsü basit itiş-kakış ve neticede kendi ‘ben’ine yabancılaşmadır. Bu yabancılaşmaya en müşahhas misâl; RTE’nin ‘Demokrasiyi tartışılır hâle getiriyorlar.’ sözüdür. Bu sözü eden ediyor da Baran’dan gayrı hiç kimse kalkıp; ‘Ee ne var bunda? Demokrasi vahiyle ikmâl olunan, bir peygamberi, bir kitabı olan bir din mi?’ demiyor. Bunun en büyük sebebi; demokrasinin bir bedahet gibi kabul edilmesidir. Bunun böyle kabul edilmesinin en büyük sebebi de; kendi dilini konuşmamak, zihin ve dil savaşında pasif kalıp, kendi kelimelerini kullanamamaktır. Demokratik veriler âdeta bir bedahettir. Niye? Çünkü demokrasi olmazsa faşizm olacağı bedihî bir hakikattir. Yok yahu, o da nereden çıktı? Görülmüyor mu ki; bu bir açmaz, bir tezgâh, bir zihnî kuşatılmışlıktır. Gerek fikrî namusu ve gerekse sahibi olduğu malzeme itibariyle bizim için büyük bir değer belirten bir sosyalist yazarın şahsımıza sorduğu şu soru, bu kuşatılmışlığa misâldir: ‘Peki sizin nizâmınızda demokratik hak ve özgürlükler nasıl olacak?’ Kendisine yaptığımız onca izâhtan sonra böyle bir sorunun gelmesi, zihnî kuşatılmışlığın ne raddede olduğunu göstermesi açısından mühimdi. Cevabımız; ‘Bizim nizâmımızda böyle bir hak ve özgürlük olmayacak.’ oldu. Böyle bir hak ve özgürlük olmayacak, çünkü bizim hak ve özgürlüklerimizin ad ve ifadesi; ‘demokratik hak ve özgürlükler’ değil. Hürriyet; bizim için ahlâkî bir zorunluluk olup, bilgilenme faaliyeti ile paraleldir. Bu, ‘ferd’ olarak tavsif edilen insanın varoluşu ve ferdî zuhuru ile alâkalı ve de ilintili olup son kertede insanı ‘birey’, ‘vatandaş’ ve ‘özne’ olarak tavsif eden Batı’nın ‘demokratik özgürlük’ü ile bir ve aynı değildir. Dolayısıyla ‘demokratik hak ve özgürlükler’ üzerinde ifade olunmaz. Çünkü Batı, insana bir özgürlük bahşedendir. İnsan, bir değerler skalasına nispetle ifade edilen bilgiye erdiği nispette ‘eski’den arınır, ‘büyük akıl’a yaklaşır, bir ‘bütün’ün parçası hâline gelir, bir ‘bütün’ün içinde âdeta eriyerek varolmak zorunda bırakılır. İnsanı sadece bu şekilde ve bu süreçte varolmaya zorlayan, bu yüzden de aklî-ruhî bütün ukdelerini tahrip eden Batı, daha sonra döner ve; ‘şiddet kullanma tekelini elinde bulunduran bir organ olarak senin canını, malını koruyacağım, sen benim korumam altında özgürsün.’ deyip, insanı bir çite hapseder. Bu çit, ontolojik ve epistemolojik çitlerdir. ‘Onlar’a göre insanı var eden unsur; devletçe vatandaş kılınmasıdır. Vatandaş kılan unsur da, hiyerarşik bir tasnife tâbi tutulan bilgiye ermesi, bilgiyi üreten, sunan, tasarrufuna alan devlete olan tâbiyetidir.
      İnsanı ürettiği bilgi ile bağlayan, onunla sınırlayan, varoluşunu bu bağ üzerinden ifade etmek zorunda bırakan, bunu da bedahet gibi sunan bir anlayışın bizim seciyemize ne kadar zıt olduğunu bir taksicinin bize anlattığı yaşanmış şu hikâyeden süzmek mümkün: Giresun’un Alucra ilçesinde bir kaza olur. Kazanın neticesinde birçok insan ölür. Şoför hâkim karşısına çıkar. Hâkim; ‘bu kadar vatandaşın ölümüne sebep oldun, ne diyorsun.’ der. Alucralı şoför hiç bir şey anlamaz ve; ‘Valla hâkim bey, ben kaza yaptım. O kazada da şu kadar insan öldü. Ama ben vatandaş’ı tanımam, bilmem… Ben vatandaş falan öldürmedim, bu iftira…’ der. Anadolu insanın o zamanki tabiî reaksiyonudur bu. Zira onun için insan; insandır, ‘vatandaş’ değil. 

        İnsanı ‘vatandaş’ olarak ifade etmek ve bunu bir bedahet gibi görmek; bir zihin kirlenmesi ve yukarıda bahsedilen çitlere mahkumiyettir. Böylesine bir zihin kirlenmesinin yaşandığı bir cemiyete ‘Beşer Zekâsının Sekreterliği Makamı’ndan, ‘onlar’ın epistemesini toptan reddetmeden, ‘asla rücû makamı’ olan Yeni Dünya Düzeni’nden, yeni bir hayat tarzından bahsetmek biraz lüks değil mi? Değil. Zira öyle veya böyle şuurlarda dönüşüm başladı. Ve bu dönüşüm; en açık, en net bir şekilde ve her mahfilde dile geliyor. Meselâ? Meselâ; ‘Benim oyumla bir çobanın oyu bir mi?’ diyen akıllı sarışın A. Kayacı... Başka? Meselâ; ‘Demokrasiyi tartışılır hâle getiriyorlar.’ diyen ve Derviş Vahdeti çizgisinin günümüzdeki temsilcisi olan bir din meczubu…  

        Peki bu burada kalır mı? Kalmaz tabiî ki. Yarın bir gün ‘AB standartları’nı dillere pelesenk edenlere mukabil bir başka akıllı sarışın çıkar ve ‘Kardeşim Batı,standardın medeniyetidir. Ama bu bir bedahet değildir. Ben her şeyin standartize edilmesini istemiyorum ki, durmadan bana AB standartlarından bahsediyorsunuz…’ derse ne olacak? Olacak olan belli; Derviş Vahdeti çizgisinin günümüzdeki temsilcisi konumunda olan meczuplar ‘AB standartlarını tartışmaya açıyorlar.’ diye feveran eder.

Hayreddin Soykan 





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder