İŞKENCE
-HUKUK VE HÛK-
SALİH MİRZABEYOĞLU
TAKDiM
LEVHA MİT’TTEN SİYASİ ŞUBEYE
LEVHA İŞKENCEYE DEVAM
LEVHA TESBiTLER-TEŞHiSLER
LEVHA BİRKAÇ MİSAL
LEVHA VESAİRE
TAKDİM
İşkence mevzuu açıldığı zaman, umumiyetle şu beylik söz edilir:
-"İşkence bir insanlık suçudur!”
Oysa bu iş, mücerret bir prensip meselesi değil, hukukî bir suçtur; bu bakımdan da birer lağım faresi olan işkencecilerin olmayan vicdanlarına seslenme yerine, doğrudan doğruya yetkilileri ve hukuk çevrelerini, hukuk namusuna davet etmek gerekir!..
•
Malûm olduğu üzere, yürürlükteki kanunlar çerçevesinde işkence bir suçtur; buna mukabil işkence de, hiçbir “acaba” hissine yer bırakmayan kaskatı bir vakıa… Yapılması gereken iş, ya kanunun gerçerliliğini ispatlayıp işkenceciyi cezalandırarak işkenceye mani olmak, veya “şu işi yapana şu işkence tatbik olunur!” şeklinde hukuku vakıaya uydurmaktır!..
•
Önce hukuk namusu; işkence yapılacaksa, kanunun hükmü dairesinde olsun… Önce hukuk namusu; “nasıl kanun?” sonraki iş… Yetkili ağızların kendi eli kendi kafasını döven salak gibi, kuru kuru işkenceye karşı olduğunu ve işkenceyle mücadele ettiğini söylemesi, emrindeki adama lâf geçiremediğinin itirafıdır; ve bu bir devlet zaafıdır!..
•
Zaaf, kendi emrindeki ele lâf geçirememekle ve işkencecinin kendi üstündeki bir icra makamını temsil ettiğini anlamamakla kalsa iyi… Hukuk, “hûk”a doğru eksilen bir mânâda tecessüm ederken, süslü koltuklarda yağlı yemekler yiyip buna uygun gübre üretmekten başka gayesi olmayan kenef ağızlardan, şu itiraf da duyulur:
-"Bu iş beni aşıyor!”
Aşmanın “cima” manasında kullanılışına nazaran, onlara hak veriyoruz!..
•
"Hûk", lûgatta "domuz ve hınzır” manasına… Dînen pis ve necis hayvan… Ruhsuz ve kalpsiz aşağılık insanlar için mecazen kullanılacaksa, aşağılık insanlar arasında baş köşede bulunan işkenceci, bu sıfata kemâliyle lâyık demektir!..
•
"Hûk"un, hukuka doğru lâtifleşmesinden ümidimizi kesmiş olarak, hükmümüz şudur:
-"İşkence ve işkenceciyle mücadele, antiemperyalist mücadelenin bir parçasıdır!”
Öyleyse, işkence ve işkenceciyle mücadele antiemperyalist mücadele çizgisi üzerinde bir birlik noktasıdır!..
Bu kitabı kaleme almamın sebebi de budur!
1. LEVHA
MİT'TEN SİYASİ ŞUBEYE
1 Şubat 1991... Günlerden Cuma...
Sabahtan yağan kar tutmuş... Pencereden baktıkça canım sıkılıyor... Canım sıkılıyor, çünkü bugün gelecek olan misafirlerimi karşılamak üzere garaja gitmem lazım; oysa yağan kardan dolayı arabamı bahçeden çıkarıp çıkaramayacağım meçhul... Ayrıca, bir-iki aydan beri görmediğim anne ve babamın, akşam Bursa'dan kızkardeşime, yani Avukat Harun Yüksel'in evine geldiğini haber aldığım için, onlara da uğramam lazım... Kendimi, iki ayağı bir pabuçta hissediyorum... İlk iş, arabayı çıkarabilmekte... Önce anne ve babamı görmeye giderim, ardından da Harem'e misafirleri karşılamaya; böyle kararlaştırıyorum... Hazır Harun Yüksellere gittiğime göre, yeni aldığımız ocak ve fırının ambalaj tahtalarını ve mukavvalarını da götüreyim, sobada yaksınlar... İlk iş arabayı çıkarabilmekte.
•
Saat 14.00... Birkaç başarısız denemeden sonra, arabayı bahçeden çıkarıyorum... Eve dönüp, karton ve tahtaları alıp, arabanın bagajına... Tekrar eve dönüp çantamı alıyorum... Dışarı çıktığımda, benim arabanın arkasına bir arabanın yanaştığı ve sonra ayrıldığını gösteren, karda teker izleri, tuhaf bir şekilde dikkatimi çekiyor... İzler, anayola çıkan köşede duran beyaz bir arabaya ait.
•
Çok yakın mesafede birbirini takip eden arabalar... Arkamdaki gri-siyah bir araba, birkaç keredir beni sollamaya çalışıyor... Oysa, mecburi istikamet olarak asıl ana caddeye çıkacağımız yolun köşe yerinden dolayı, zaten dur-kalk ilerliyoruz ve beni sollamasının bir manası yok... "Salak herif!"diye düşünüyorum... Nihayet beni solladı ve muradına erdi... Yanımdan geçerken, salak herifin arabasında kendinden başka iki kişi daha olduğunu gördüm... Hissimin tercümanı halinde, belli belirsiz bir düdük sesiyle protesto ediyorum... Araba önüme geçer geçmez, şoförün yanındaki hızla kapıdan fırladı ve silahını çekerek 4-5 metre mesafede, ayakları nişan alma vaziyetinde yana açık, sol eliyle silah bulunan sağ elinin bileğini kavramış, tam karşımda dikildi... Hiddetten çok, korku ve heyecan taşıyan bir insanın telaşeli suratı... İlk anda aklıma gelen şey, benim düdük çalmamın kabadayılığına dokunduğu bir tip olması... Beni vurmak isteyen bir örgüt elemanı da olabilir... Kuzu kuzu vurulmaktansa, onu ezmek için şansımı deneyeyim mi?.. Hafif sakallı, meşin ceketli, şişmanca iri ve yuvarlakça suratlı tip, bir yandan "in aşağı!" diye bağırırken, öte yandan elindeki silahla işaret ediyor... Acaba bu, protestom cakasına dokunan bir sivil polis mi?.. Belki 5-10 saniye içinde cereyan eden bu sahneye, birden arabamın kapısının açılması, arkadan gelmiş üç dört adamın beni arabadan daşıra çekmesi ekleniyor... Müthiş bir telaş içindeler. "Kimsiniz siz?" diyorum ve yarı mukavemet ediyorum... "Yakasını tut, paçasını tut!" gibi bir heyecan içinde, üstümde silah araması yapıyorlar... O arada "Silah ihbarı var!" diye bir laf... Demek bunlar polis... "Polis misiniz siz?"... İçlerinden biri "polis!" deyip kimlik gösterse, mesele tamam. Oysa benle güreşir gibi bir halleri var ve o anda korkudan beni vurabileceklerini düşünüyorum... "Kim olduğumuzu görürsün!" diye bir söz sırıtıyor gürültü arasında... "Beni kaçırmak isteyen bir örgüt olmasın?.." Kafamdan şimşek gibi geçen bu ihtimal üzerine, "kimsiniz ulan siz orospu çocukları!" diye bir küfürle ümitsiz bir mücadeleye giriyorum... Biri benim altımda ve arabanın kaportasının üstünde... Kafama inen tabanca kabzası... "Polise mukavemet ha!" diye sesler... Karga tulumba, evin orada gördüğüm arabanın içine sokulurken, birkaç kişi de benim arabamın arkasındaki bu arabanın arkasındaki arabaya binmek üzere koşuyor... "Demek bunlar polis!"... Arabanın arka koltuğundayım; sağımda ve solumda, silahlarını kafama dayamış iki kişi... Sırtımdaki paltoyu kafama geçirdiler ve öndeki iki koltuk arasına doğru eğdiler... İçimde bir kurt; bunlar gerçekten polis mi?... Arabayı kullanana saldırıp, bir yere çarpmasını sağlamak veya en azından arabanın yalpalamasından çevrenin dikkatini çekeceğini düşünüyorum; çünkü, eğer kaçırılıyorsam, nasıl olsa beni öldürecekler... "Polisseniz kimlik gösterin!" diyorum. Şoför telsizi gösteriyor ve açıp konuşmaya başlıyor;
-"Emaneti aldık, tamam!"
Hududunu aşan her şeyin tersine inkilap etmesi gibi, hadise boyunca duyduğum korku ve heyecan, yerini "her şey olacağına varır!" ve "inceldiği yerden kopsun" hissinin umursamazlığına bırakıyor... O anda kendimi değil de evdeki eşimin bana ne olduğunu bilmemesinin telaşesini, kendisini karşılayacağım misafirlerin yanında bizim evin adresinin olup olmadığını düşünüyorum... Acaba içlerinde insani bir duygu kıvılcımı varmı ümidiyle, yaralı kekliğin kendini yakalayan köpeklerin merhametine hitabetmesi şeklinde sesleniyorum:
-"Şuradan eve bir telefon edin, sonra nereye götürürseniz götürün!"
-"Merak etme, kolay iş!"
Arabanın içine kafamdan kan damlıyor... Dilimde, düşüncemde ve kalbimde, "La havle"den başka bir mana mevcut değil... Allah'tan başka davranış ve kuvvet sahibi yoktur!..
Araba duruyor ve iniyoruz... Paltom, etrafımı göremeyeceğim şekilde kafama örtülü... Ve beni yere eğik vaziyette tutuyorlar... Sağımda ve solumda kollarımdan tutan iki adam ve bir kişi de ensemden bastırıyor... Karşılayan bir takım adamların sesleri... Beni yakalayanlardan biri, belki yaptıkları işi mühimsetmek ve mühim bir işi başarıyla gerçekleştirdiklerinin takdirini devşirmek üzere şöyle diyor:
-"Hayret yahu!... Ne kadar soğukkanlı adam!... Herifin umurunda değil!"
Bir diğeri onu destekliyor:
-"Helal olsun!.. Delikanlı adammış!"
Ortadan söyleniyormuş gibi serdedilen bu laflardan, karşılayıcılarım arasında amirlerinin olduğu neticesini çıkarıyorum... Gözlerimi bağlıyorlar.
•
Bir binadan içeri giriyoruz... Bazı yerlerde, tünelden geçiriliyormuşum gibi çökerterek geçiriyorlar... Beni tanıyormuş gibi samimi bir sesle karşılaşıyorum:
-"Ha, Salih'i getirdin mi?.. Hoş geldin Salih!"
Gayet tabii olarak, "hoş bulduk!" demiyorum... O sesin sahibi, beni köşeli bir yerde duvara döndürüyor... İlk anda, daha önce duyduğum "tabutluk" denilen bir hücreye konduğumu sanıyorum... Aynı ses, yumuşak ve samimi şekilde:
-"Soyun bakalım Salih!"
Sorgulama boyunca kendi kendime yaptığım ruhi kavgam ve muhasebemin giriş kapısı burada başlıyor... Her haysiyetli insanın göstereceği tabii tepkiyi gösteriyorum:
-"Beni öldürün ama, soymayın lütfen!"
Samimiyetin bir kıymeti var ya... Orman kanunu sınırları içinde aslında çok komik kaçması gereken bu "lütfen" ricasının, beni gülünçleştirmediğini söyleyebilirim... Aynı yakın ve samimi ses:
-"Yok canım, üstüne sadece şu gömleği giydireceğiz!"
Önü bütün ve kolları sabit kılan, arkası iplerle bağlanan bir deli gömleği giydiriyorlar ve sıkı sıkı bağlıyorlar... İçimden, beni döverken mukavemet edebileceğimin hesabıyla böyle davrandıkları geçiyor... Döveceklerine göre, halkın hepsinin bildiği ve yetkililerin hepsinin yalanladığı işkence tezgahından da geçeceğim demektir... Nasibime doğru, yine yer yer güya tünellerden geçirilerek bir yere getiriliyorum.
•
Tınısı çirkin bir ses... Hani şu dini çirkinleştirmeye ve çirkinleştikçe keskinleştiği zannına kapılan vaiz soyunun, hususen kazanmaya çalıştıkları cırtlak ve kelimelerin vurgusunu bozan garip sesi... Bu ses dışında bir de, güya içe işleyicilik ve munislik adına garip bir sümük adam şivesi vardır ki, her vakur ve zevki selim müslüman gibi benim de nefretimi muciptir... Her neyse; din adamı geçinen soyun bu iki şivesinden, işkencecilik mesleğine geçmiş olmasından olsa gerek, kulağıma gelen sesin sahibi birinci soydan bir renk belirtiyor... Nitekim sonradan onun, dini bir vazifeden veya mesela İslam Enstitüsü veya İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu anlayacağım... Tasvirine çalıştığım o sesi, muhatap olduğu insanın acizliği karşısında haşinlik ve yiğitlik taslayan kof bir nefs emniyetiyle zarflarsanız, şu "hıyar" dedikleri bir idraksız kütükle karşı karşıya olduğumu anlarsınız... Karşı karşıya gelişim şöyle: Beni bir odaya getirdiler... Önümde masa olduğunu sanıyorum... Ve sandalye veya koltuklara oturmuş adamların ortasında ayaktayım... O pis sesli, "konuşmazsa postal giydirelim!" diye espri yaparak odaya giriyor.
•
Sordukları ilk sual, "İbda nedir?" oluyor... Ve bu soru karşısında, ne kadar dangalak insanlarla karşı karşıya olduğumu anlayarak hudutsuz bir ye'se düşüyorum... Ve elbette, hayatım boyunca bu insan soyuyla yanyana gelmeme çilesini yaşadığımı ve bu yüzden sosyal ilişkileri asgariye inmiş müzmin bir yalnız olduğumu bilmiyorlar ve bilseler de anlamazlar... Benim için asıl işkencenin o keyfiyetle başbaşa kalmak olduğunu nereden bilecekler!...
•
"Eşya ve hadiseler karşısında ruhun "nasıl" tavrına karşı, akıl "niçin"lerle yaklaşır... "Nasıl", Büyük Doğu'dur; "niçin" de İbda" diyorum, baygın ve savruk bir sesle... Hiçbir şey anlamadıklarını bilmenin şevksizliğiyle... Yarabbi, ne büyük işkence!... Bir an önce ne yapacaklarsa yapsınlar da, ruh aynama yansıyan ruhsuzluklarıyla yüreğimi çatlatan şu sersem sürüsünden azade olsam!...
•
Umduğum gibi tek kelime bile anlamadılar ve anlayışsızlıklarını örtmek üzere "hıh,kıh" gibi seslerle beraber, o pis seslinin ağzından aslı müdafaa olan bir saldırıyı misallendirdiler:
-"Bize yave yapma ulan!... Bırak felsefe ayaklarını!"
Yine aynı soru ve benden kırık dökük cümlelerle aynı çerçevede cevap... Ve onların aynı karşılıkları... Tabii bir tepkiyle kendimi savundum:
-"Siz anlamıyorsanız ben ne yapayım?.."
O samimi ve peltek seslisi, sesinin cana yakınlığı gitmiş ve işin şakasının bitmiş olduğunun ihtarıyla öne çıktı:
-"Sen daha okulunu bile bitirmemişsin, buradakilerin hepsi üniversite mezunu!... Ne zannediyorsun sen!"
Sorgulayıcıların cümlesinden onu tasdik nidaları... Kimi "öyle!" manasına "hiç!" derken, kimi müstehzi bir küçük gülücükle ona katılıyor... O belli belirsiz peltek seslisi:
-"Öyle kızgın kızgın dişlerini sıkıp durma, ağzını burnunu kırarım senin!.. Burada kumandanlık filan sökmez!"
Ve birden beni duvarın önüne kadar itip duvara çarpıyor... Ardından sol yanağımda patlayan müthiş bir tokat... Sonra arka arkaya sağ ve sol yanağımda patlayan iki tokat... Ayakta kalma gayretinde olmadığım ve kendimi saldığım için yerdeyim... Düzgün konuşan genç sesli biri:
-"Daha dur bakalım, bu bir şey değil!"
Ardından da, bana hiç kimsenin yardım edemeyeceğinin ihtarı halinde ağzından bir söz kaçırıyor:
-"İstesek seni öldürürüz de; ama ölürsen kahraman olursun!"
Ne kadar da haklı!.. Böyle birşey benim davamı büyütür ve elbette bunu istemezler; ileride ne olur bilmem ama, en azından şu dönemde bunu istemediklerini biliyorum... Yoksa, yakalandığım zamandaki gibi bir tertiple veya en azından o sırada vurulabilirdim... Zaten, faili meçhul siyasi cinayetlerin bir kısım faillerinin bulunduğu çevre bu çevre değil mi ve bunu bilmeyen mi var?..
Doğrusu bu ya, oraya getirildiğimden beri hep, cemiyet vitrininde yer almış olmamın iltiması içinde olduğumu hissediyordum!...
•
Gözlerim bağlı olduğu için sadece seslerini duyabildiğim adamlara, hayalimde suret biçiyorum... Şu peltek seslisi, 50-55 yaşlarında, bol gelmiş elbise gibi etleri iskeletinden taşan tüccar-berduş karışımı bir tip olsa gerek; hımbıl hareketli... Sakalsız ve bıyıksız, matruş bir surat... Elmacık kemiklerinin üstünde, gözaltındaki torbacıklar gibi, sarkık et yumruları... Yumruca bir burun, hafifçe sarkık bir gerdan... Yüzünün umumi havasına hakim bir düzensiz hayat ifşaı; düzensiz uyku, içki ve bol sigara içtiğinin çizgileri... Onu sanki gözümle görüyormuşum gibi hayalimde tecessüm ettiriyorum ve hakkında hususi bir merak taşıyorum.
•
Yakalandığım gün, dizlerim ağrıyordu ve belim tutulmuştu... Bu romatizmayı andıran dizlerimin ağrısı, balık tutma merakımın bedeli... Belki bir aydan fazla ve hemen her gün 6-7 saat, bazen 10 saat deniz kenarındaydım... Rutubet, soğuk ve o kadar saat hareketsiz ve ayakta kalmanın dizlerimdeki izi... İncinince veya üşütünce ağrıyan, 20 yaşımdan kalma bel ağrım... Böyle bir halde yakalandım... Depremle sarlsılmış bir mekanın, bombardumanla ayrıca çökertilmeye çalışılması gibi, o halimin üzerine dayak yiyorum... Pis sesli soruyor:
-"İBDA-C ne, İBDA-C?.. Onu söyle!"
"Hoca" diye hitabettikleri bu hıyar, anlayışsızlığıyla beni en çok yıldıran... Ayakta dikilmek, bel ve diz ağrımdan ve ayakta durmaktan şişmiş ayaklarımdan dolayı müşkül...Umumiyetle konuşurken, öne eğilip baldırlarımı tutuyorum ve bunu gayet tabii ve rahat bir biçimde yapıyorum... "Dik dur!" haykırışının üstünden 30 saniye geçmeden, ben yine aynı vaziyeyetteyim... "Tamam tamam konuşuyor; sandalyeye oturtturun!" diyor peltek seslisi... Ona "şef" diye hitabediyorlar... Ben Necip Fazıl ve Büyük Doğu'dan bahsederken, düzgün konuşan haşin bir sesle sözümü kesiyor:
-"O büyük adamın adını ağzına alma!... Sen vatan haini bir hiçsin!... O, yüce gönüllü, insanların kardeşliğini isteyen bir adamdı; senin gibi, ihtilal olsun diyen biri değildi!"
"Yiğidi it öldürür!" hesabı, bu tip "Laplup" laflar beni her zamandan çok yıldırıyor... O sözün devamı da var:
-"Birde Necip Fazılcı geçiniyorsun!... Yazık değil mi çocukcağıza şöyle yaparım, böyle ederim diye gidip Mehmet'i sıkıştırmışsın!.. Ekmek parasını çıkartmak için babasının kitaplarını basmasının sana ne zararı var?... Ayıp değil mi?"
Kafamda bir şimşek çakıyor ve bir takım malzemenin nereden devşirildiğini anlıyorum; ve o anda ne halde bulunduğumu seyrettirmek üzere 49 yaşındaki "çocukcağız"ın oraya getirilmiş olabileceğini bile düşünüyorum... Bütün işkence maceram boyunca bana en giran gelen ve ruhumu tarifsiz teessüre düşüren an, bu andır... Ağzımdan cımbızla çekiliyormuşcasına kelimeler dökülüyor:
-"Ben onu 8 senedir görmüyorum ki sıkıştırmış olayım!.. Ben bir fikir ve sanat adamıyım; bir esnafla benim ne alıp veremediğim olabilir?"
•
İşkencecilerin, fiziki işkence ve ruhi çökertme taktikleri sorgulama boyunca benim vaziyetin iç yüzüne hakimiyetimi bozamadı... Tek dağıldığım an, mesnedsiz bir hased ve hainliğin, "mekr-i İlahi" halinde, üstüne gittiğim an köpek yüzünden sahibinin suçlanması gibi bir duruma yol açacağı hesabıyla bugüne kadar ezmememden istifade, burada da karşıma çıkmasıdır... Mekr-i ilahi; Allah'ın hadiselere istihza tavrı vermesi... İşkencehanede karşıma çıkan bu bayağılık, ruhumda şeytani bir infiale yol açıyor ve "bu ne biçim iş; ben burada ne arıyorum?" hissine düşüyorum... Bereket, aşk beladan üstün; Abdülhakim Arvasi Hazretleri ve Üstadım'dan başlayarak, büyüklerin ruhaniyetinden yardım istiyorum... Zaten "Allah büyüklerin ruhaniyetini üstümüzden eksik etmesin!" duasının kesiksiz şuuru içindeyim baştan beri.
•
İşkencecilerde kültür müthiş(!)... Üstadım'ın ne olduğunu da öğreniyorum (!) bahaneyle: -"O Türk-İslam sentezini müdfaa eden adamdı, senin gibi mikrop değildi."
Hıyar!... Sanki şişeyle suyun sentezi olabilirmiş ve sanki Üstadım bu kadar ahmak bir laf edebilirmiş gibi!..
•
Düzgün konuşan... Ona, televizyondaki genç bir spikerin suretini yakıştırıyorum... Kalıp gibi, dümdüz yakışıklı ve ruh derinliği olmayan temiz bir yüz... Kılık kıyafeti de, mektebi yeni bitirmiş ve adliyede yeni yeni görünmeye başlayan bir avukatın, mesleki hüviyetine biçtiği ciddiyet titizliğinde... 1.70 boyunda, 60 - 65 kilo.
•
Büyük Doğu ve İbda arasındaki alakadan bahsediyorum; Büyük Doğuyu da bilmediklerini bile bile... Üniversite planındaki dersleri, buyrun okumayı yeni sökmüş ilkokul çocuğuna anlatın!.. Bir bidon suyu bir bardağa sığdırmak gibi bir eziyet içindeyim; iptidaileşebilmenin yolunu arayan bir garip...
Çirkin sesli "hoca atılıyor:
-"Necip Fazıl senin canın olmuş biliyoruz; ama sanki kendisi İslamı yaşıyor muydu?.. Ailesinin, çocuklarının hali ortada!"
-"Beni, Necip Fazıl'a nisbetimin dışındaki şeyler ilgilendirmez ki!.. Bana ne çoluk çocuğunun halinden..."
-"Sen de İslamı yaşamıyorsun!... Ne namazla ilgin var, ne oruçla!"
Aksini ispat gayreti, onları delilendirmek ve onlar kadar bayağılaşmak olur... Sadece şunu söyleyeyim ki, bu söz de, Kayseri'de para toplayabilmek için İbda dışındaki adamlara yağ çekmek isteyen köpeğin sözüdür... Ve şu an karşımdaki hıyarların nereden malzeme devşirdiğinin ifşaı!...
•
İBDA-C ne?.. "İbda fikriyatını ortaya koyan benim dışımdaki faaliyetler; hatasıyla, sevabıyla, mesuliyetiyle, benim dışımda!"... Kıvam Hukuk Bürosu, İbda Kitabevleri, KİP, Ak Doğuş, yarım kalmış bir teşebbüs olarak Gölge Sanat; "Cephe"den kasıt bunlar... Bu izah, ağzımdan "İBDA-C, İbda'nın silahlı mücadele cephesidir!" sözünü devşirmek için, parlak vaadlerden tehditlere ve o andaki dayak fasıllarına kadar her yola başvuran "hayaletleri" kızdırıyor... Onlarda tesbit ettiğim en önemli özelliklerden biri de bu; hakikatin ne olduğunu aramaktan çok, mesleki bir başarı elde etme cehdiyle çırpınıyorlar ve bu yüzden muhataplarının suçsuz olma ihtimalinden adeta üzülüyorlar... Nitekim "Şef" diye hitabettikleri tip, "ben seni konuşturmayı bilirim!" diye öfke veya öfke taklidiyle beni sandalyeden kaldırıp duvarın önüne götürüyor ve omuzlarımdan kavrayarak bir kaç defa duvara vuruyor... Ardından, beni perişan edeceğinden emin bir buluş zevkiyle, "Şınav çek, şınav çek!" diye yüzükoyun yere yatırıyor... Gövdem yere paralel vaziyette kollarımla inip çıkarken yorulacağım ve o da "devam et!" diye beni tekmeleyecek... Adi numara!.. Ben de, işin sonunda nasıl olsa dayak var diye bir - iki kere çektikten sonra "yoruldum!" diyorum ve "Şef"in pabucunun üstüyle vurduğu tekmelere rağmen devam etmiyorum... Ayağının üstüyle vurmasından, vücudumda kırık çıkık olmaması ve yara bere izi kalmamasını istediklerini anlıyorum... Tekme faslından sonra "Şef" tamamen kontroldan çıkmış bir öfke (!) ile, sırtımı, belimi, bacaklarımı ve ellerimi çiğniyor... Bense kendimi tamamen salmış, sürekli "La havle"yi tekrarlıyorum... Düzgün konuşan başka bir adi numarayla atılıyor:
-"Yapma Şefim, konuşacak!"
•
Şu "Hoca" dedikleri... Kanı çekilmiş bir yüzün cildinin beyazlığı... Alnının iki yanı hafif açık... Çıkıntıları yuvarlakça, kemikli bir yüz... Zayıf denilebilir... Sakalsız ve büyük bir ihtimalle de bıyıksız... Üzerindeki takım elbise eğreti duruyor... Eşya ve hadiselere tahakküm cehdini kaybetmiş ve toplumun itibar sınıflanmasında gecekondu bölgesine oturtturulmuş eski ezik müslüman tipinin son ucundan, buraya getirilmiş; karşımda bürünmeye çalıştığı yetkili ve haşmet tavrı, bol gelmiş elbise gibi üstünden akıyor... Bana saldırışı da, hep din ve Allah lafızlarıyla karışık... "Şef" beni yerde çiğnerken ben "La havle" çekiyordum ya, dudaklarımın kıpırdamasını gören "Hoca", sonradan görmelere mahsus bir ruhi hal halinde o komik öfkesini aksettiriyor:
-"Sus!... yalancıktan bir de dua okuyormuş gibi yapıyor!"
Bu adam, nefretimi en çok çeken bir köpek... Ve içimde onun hakkında yaşattığım duygu, sunturlu bir sövgü terkibi:
-"........ şey ettiğimin piçi!"
•
"Postal" işini kurcalamak üzere "faks" çekeceğini söyleyen "Şef"in, dönüşte duyulan sesi:
-"Bu, bizim çocuklara "orospu çocukları!" diye saldırmış biliyor musunuz?.. "Polis" dedikleri halde direniyormuş!"
Herkes yaptığı işi kendi yönünden mühimsetmeye çalışıyor; bunu baştan beri hissediyorum... Beni yakalayanlardan karşımdaki adamlara kadar herkes, beni mühimserken, nakillerinde kendi yaptıkları işi mühimsetme peşinde... Bunların gözünde bir insan olarak değil de, mesleki başarı arzularına alet bir eşya olarak görülüyorum; bu zaaflarını peçeleme ihtiyacında bile olmayan, insanlıktan tamamen çıkmış mahluklar...Büsbütün nefret!...
•
Düzgün konuşan gencin bir sıfatı ve lakabı yok... Hastalığı teşhis ve tedaviden çok, teşhis ve tedavideki acemiliğini okulda öğrendiği bilgileri sıralayarak örtmeye çılışan bir yeni yetme psikolojisindeki ona, bir lakap bulamadım... Tutuklu bulunduğum Bayrampaşa Cezaevinde arkadaşlarla sohbet ederken, ona bir isim bulmak zarureti hasıl oldu; derken kim olduğu çözüldü...
"Davut" ismiyle bahsedeceğim ondan... Davut'un beni bülbül gibi öttürmek üzere büyük bir iştiyakla iştahımı kabartıcı (!) bir teklifi var:
-"Hiçbir şeyden korkma, sen yalnız söyle!... İstersen pasaport da çıkarırız, başka türlü de kaybederiz!... Plastik ameliyat ve yeni kimlik verme dahil her şeyi yaparız!... Gayet rahat imkanların olur, yeni bir hayatın olur!"
Düşürüldüğüm durumdan dolayı müthiş korkuyorum; bana kendisini kurtarmak için arkadaşlarını satan ve iftira eden piç adam soyunun ayarında yaklaşmaları ne korkunç... Bu hıyarların hiçbir zaman anlayamayacakları bir hisle, içinde bulunduğum düşkünlük şartlarında davamın ve manamın haysiyet ve vakarını korumaları için ruhaniyetlerine sığındığım büyüklerimden, Allah'ın izniyle himmet istiyorum... Benim gövdemde hiç bir mukavemet ve direnç götermememe rağmen, karşımda eziklik tavrıyla öfkelenmeleri, ahmakça lafları ve yerli yersiz dayakları, beni ruhen ve zihnen çökertememe ve dağıtamama acizliklerinin itirafı oluyor... Muhataplarımın bende vehmettikleri büyüklük, sığındığım mihraktan beklediğim lütuf cevabıdır... Nitekim, Davut'un o halim içinde dahi kendince bana yakıştırdığı beylik bir pisikolojik klişe var:
-"Sen büyüklük kompleksi içindesin!"
"Aslında siz de ne kadar küçük olduğunuzu biliyorsunuz!" diyemiyorum... Aslında bu adamların gerçekten anlayamadığım, daha doğrusu erkeklik gururuna yakıştıramadğım ve sonradan, iktidarsızlıktan kaynaklanan bir cinsi sapık türüyle müşterekliklerini yakaladığım bir yanı var: Devletin haklı veya haksız himayesini arkasına almış üç-beş adam, dışarıda hesabı malum şekilde sorulur korkusuyla bilinmeyen bir mekanda bir adamın gözlerini bağlayarak, malum usullerle sorguluyorlar... Pekala!... Ama bunu sanki şahsi gücüymüş gibi kendilerine yormaları, bu hallerini aksettiren o cakalı öfkeleri yok mu, en çok buna içerliyorum... Fakat sonradan, bir hayvan karşısında insanın gururunu muhafaza kaygısı olamayacağı hakikatiyle hallerini kendimi rahatlatıcı malzeme olarak görüyorum... Onlar karşımda yiğitlene dursunlar!..
"Şef" yine yiğitleniyor ve üzerime saldırarak gırtlağıma sarılıyor... Aman bir öfkeli, bir hiddetli ki, sormayın!... Arkadan kolumu büküyor ve sırtıma, ciğerlerimi ağzıma getirdiğinden emin, iki yumruk vuruyor... Gayet tabii, öne doğru savruluyorum... Bu tip hadiselerde, dayağın soruşturma gayesinden saptığını, hatta ipuçlarını kapbettiklerini ve işin dayak atma zevkinden ibaret kaldığını görüyorum... Bunlar sapık ve korkularını sadizmle örtmeye çalışan, cesaret duygularını bu yoldan tatmin eden garip bir tür... "Şef"in öfkesi, "tamam Şefim, vurma artık; konuşacak!" numarasıyla yatıştırıldıktan sonra, Kaleşnikof tüfeklerinin yerini söylememem (!) üzerine tekrar depreşiyor... Belden üstüm çıplak; "Şef", önce su döküyor, ardından da yan tarafıma geçip sopa gibi salladığı kolunun ve elinin tersiyle göğsüme darbeler indiriyor... Düpedüz yumruk vurmamasını, gövdemde kırık çıkık ve izler olmasını istememelerine bağlıyorum...Davut, "konuş Salih; bak zayıf bir bünyen var!" diyor... "Şef'in sesi üç-beş metre öteden ve ihtimal, masanın arkasından geliyor... Buraya teşrif ettiğimden beri köprü altı çocuklarının zevkiyle konuşmalarına şahit olduğumu söylemeliyim... Davut, sık sık kullandığı "Devletin gücü her şeye yeter!... Devletin eli uzundur!" klişesini tekrarlarken, "Şef" atılıyor:
-"Pekala, soyun şunu!"
Devletin elinin devletin gücünü göstermek üzere benim pantolona uzanması, tam bir kara mizah mevzuu... O anda "hayır!" diye bir tepkiyle, ne olursa olsun öfkesine kapılarak, gözlerime bağladıkları bantı sökmeye davranıyorum ve öldürmek pahasına dövüşmeyi düşünüyorum... Bir anda, "sakın sökme!", "yapma!" çığlıklarıyla toptan davranışa geçen bir panik sergiliyorlar... Pislikleri nisbetinde Devleti temsil ettiğini sanan, zalimlikleri nisbetinde korkak böcekler... Bu korkudur ki, devletin himayesini arkalarına alarak cinayetler işletiyor bunlara!...
•
Erkek geçinen birinin bir başka erkeğin tenasül uzvuna merak sarması için ne olması gerek ve karşımdaki adamların kalitesindeki bir türü koyunlarına alan karılarının hali ne demek?.. Orada birbirlerinin yüzüne nasıl baktıklarına şaştığım bu adamların kadınlarına, hayvanat cinsiyle hem hal olmalarından dolayı acıyorum... Çocukları ayrı bahis!...
•
"Hoca", bana Turan Dursun cinayetini yıkmaya çalışıyor... Tehdit, vaad ve yaltaklanma dahil, her yolu deneyerek... Turan Dursun ile aynı semtte oturuyormuşum; cinayetin failini bu soydan bir irtabatla sağlam (!) karine ve delillere bağlayan anlayış, "hukuk düzeni"nin onun adına nerelerden düzülmeye başlandığını göstermesi bakımından, yetkili mercilere çok şey söylemeli... Yetkili merci?...
•
Faili meçhul siyasi cinayetlerin bazılarının hangi adresten sorulması gerektiğine dair bir ipucunu, benden ipucu yakalamaya çalışanlardan enseliyorum... "Hoca", Turan Dursun ve Muammer Aksoy'un, önce benim tarafımdan sonra "tek emrimle adam öldürecek" adamlarım tarafından öldürüldüğünü itiraf ettirmeye çalışırken, o arada bir sual soruyor:
-"Peki Turan Dursun'u sence kim öldürmüş olabilir?"
-"Toplumda belirli bir kesimi İslamcılara karşı kışkırtmak isteyenler..."
Tabii "MİT olabilir!" demiyorum... "İslamcılar da olabilir!' desem, bu sefer büsbütün üzerime gelecekler ki, bu benim adıma enayilik olur... Kala kala sol kalıyor... "Hoca" ısrar ediyor:
-"Niçin islamcılar olmasın?.. Sen müslüman olarak ona kızmıyor muydun?"
-"Turan Dursun zavallı bir adamdı; bana kalsa onu bilhassa yaşatır ve kuru akılla, kaba mantıkla insanın nereye varacağını göstermek üzere, sözde İslamcılara ibret için saklardım!"
-"Onu bırak şimdi, onu bırak; felsefe yapma!"
-"Turan Dursun'un öldürülüşü profesyonelce bir cinayetti; Bahriye Üçok'un öldürülüşü de..."
-"Bahriye Üçok'u karıştırma şimdi, onu biliyoruz!... Sen, Turan Dursun'u niye İslamcılar öldüremez onu söyle!"
Bahriye Üçok hakkında söyledikleri ağzından o kadar tabii bir şekilde çıktı ki, benim için onu kimin öldürdüğü bir bedahet ifade eder; ve şayet bana bir parça "hakikat kaygısı çeken insan" hüviyeti biçer ve insaf gözüyle bakarsanız, verdiğim adresin sizin içinde bedahet ifade etmesi gerekir... İlgililer!...
•
Çay ve sigara, benim zaafım... Bir bakıma çaykolikim... Çay ve sigara birlikte olacak... Daha önce bahsettiğim rahatsızlıklarıma, hadisenin heyecan ve korkusunu, sabahtan beri ağzıma tek lokma koymuş olmamamın halsizliğini, ondan da mühim olarak sigara ve çaydan mahrumiyetimi eklerseniz, ne kadar tatsız ve mantar bir konuşmacı (!) olduğumu sezersiniz... Dilim, damağım birbirine yapışmış durumda ve ağzımı zor açıyorum; ağzımda, dilimin üstünden sıyrılmış deri gibi birşeyler, konuşurken dilimin ucuna geliyor... Dudaklarım öyle... Midemden gırtlağıma gelen boruda, yara ve çatlak acısı; çölde susuz kalmış olan insan, bir yudum suyu bile içerken duyduğu o bıçakla yarılıyormuş acısına, buradan geçiyor kuşkusuz... Ama Ramazanda da olduğu gibi, ben "aman bir çay ve sigara olsa!" krizinde değilim de, onların yokluğu beni nebati bir tatsızlığa getiriyor... Ve doğruyu söylemek gerekirse, bu halim burada kazanç teşkil ediyor... Bırakın söylemek istemediğim şeyleri en tabii şeylere bile cevap verirken umursamaz bir ruhi şevksizlik içindeyim... Üzerimde korkunun itici gücü yok... Ruhumu bir ayna farzederseniz, sadece onların karakter fotoğraflarını depolamakla meşgulüm... Ki, bu benim elimde olan birşey değil!...
•
Çarpıcı bir sahne... Fatih'teki lokal'in adresini soruyorlar; benim konuşurken diğer söylediklerimin doğru olup olmadığını bundan kıyas edecekler kendilerince... Hani doğrumu konuşuyorum, yoksa yalan mı... Bilmediğimi söyleyince, "İnsan kendi yayınevinin yerini bilmez mi?" diye malum tepki... "Ben oturduğum evlerin bile adresini aklımda tutamam!" diyorum... Bu adamlar böyle ruhi ukdelerden anlayacak soydan değil; anahtarlarını sağda solda unutmasıyla ünlü olduğu söylenen meşhur İngiliz edibi Oscar Walde'ı misal vereceğim ama... Kendi halime ait, "ekmeğin fiatını bile bilmem!" lafı üzerine Davut, "biliyoruz, her şeyi biliyoruz; kapıya torba asılıyor, kapıcı da ona koyduğun parayla aldıklarını torbaya koyuyor!"... Hakkımda ne yaman bir istihbarat yaptıklarının (!) delillerinden biri de bu... Derken, benim verdiğim ipucu(!) ile söz dönüp dolaşıp ekmeğin fiatının ne olduğunun sorulması şeklinde buraya getirliş sebebine dayanıyor... Ben "600 lira!" deyince, "Şef"ten okkalı bir tokat yiyorum ve oradakilere bunu izah edişini duyuyorum:
-"Herif ekmeğin fiatını bile bilmiyor!"
"Şef", ömrü ekmeğin fiatını takip etmekten ibaret bir hayvandı!...
•
Kafamın yarılmasının üstünden bilmem kaç saat geçmesine rağmen, maruz kaldığım muamele dolayısıyle kan pıhtılaşmıyor...Sorguya ara verdikten sonra beni götürürlerken, bir de yüzsüzlük ediyorlar:
-"Ne oldu kafana?.. Bir yere mi vurdun?"
Gayet tabii ses çıkarmıyorum... Aslında, "kafam hıyarların elindeki tabancanın kabzasına çarptı, buraya gelince de sizin elinize çarpıp duvara vurdum!" demeliydim... Diyebilseydim... Bir kapı açılıyor, içeri sokuluyorum... Yine paniği andıran bir telaş... "Sakın kıpırdama!"... Gözlerini açacağız, sakın bakma!.." "Sakın arkana dönme..." "Çılgınca bir şey yapma!.." Gözlerimdeki bant açıldığı halde, yan gözle bile bakmıyorum; korkudan bir şey yapabilirler diye, mübalağalı bir sükünet içindeyim...Biri, duvara perçinli katlanır sehpanın üstüne, bana görünmemek için atar gibi ekmek ve su koyup geri kaçıyor... "Sakın arkanı dönme!", "kıpırdama!" sesleri arasında demir kapının kapandığını duyuyorum... Kapıdaki kapaklı gözleme deliğinden komut veriyorlar:
-"Tamam, şimdi oturabilirsin!"
Gözüm sesin geldiği yere çevrilince, hemen kapatıyorlar ve "bakma!" diye bağırıyorlar... Bakmıyorum... Ve söylendiği üzere, yatağa sandalyeye oturur gibi oturuyorum... Üstüme sorgu öncesi giydirdikleri pijama, onu çıkarıp hikaye ettiğim fasıllardan sonra tekrar üstüme giydirilmişti ve bu yüzden ıslaktı... Titriyorum... Az sonra, "ayağa kalk ve arkanı dön!" komutu... İçeri girip yatağın üstüne temiz pijama bırakıyorlar ve giymemi istiyorlar... En nihayet, hiç olmazsa şimdilik biraz rahat bırakılacağımı zannederken, ikide bir uyumamam ve ayakta dolaşmam için ikaz ediliyorum... Duvarda ve yastıkta, kafamdaki yaradan dolayı kan lekeleri... "Acaba beyin kanaması gerçirmemden korktukları için mi uyutmuyorlar?" diye düşünüyorum... Bu arada işkence çığlıkları atan erkek ve kadın sesleri, ile arasıra aslan kükremesini andıran sesler geliyor; baştan televizyon seyrettiklerini sanıyordum ama sonradan teybi mikrofona bağladıklarını anladım... Bunlardan etkilendiğimi söyleyemem... Herhalde rahatsız etmediler ki, derin bir uykuya dalmışım.
•
Uyandırıldım ve soğuk bir yere götürüldüm... Götürülürken yine tünelden geçiriliyormuşum gibi yapıyorlar ama, bu hileye çoktan uyandım ve eğilirken kendi takaksizliğime delil diye kullandım... Karşılarındayım... "Şef", ahbap bir sesle soruyor:
-"Dinlendin mi Salih?"
-"Dinlendim!"
Ve yine başladılar, tekrar tekrar sorduklarını tekrardan sormaya!
•
25 Ocak 1991 tarihinde Beyazıt Camiindeki Cuma namazından sonra yapılan "Körfez savaşı dolayısiyle Amerika ve müttefiklerini protesto gösterisini" planlamakla suçlanıyorum... Polisle cemaat arasında çatışma çıkması ve kalabalığın içinde bir İBDA-C militanının silahla beş el ateş etmesi... Evvela tarih mevzuunda anlaşamıyoruz ve bu onları kızdırıyor... İçlerinden biri:
-"Perşembe günü Kıvam Hukuk Bürosuna gittin ve oraya gelenlerle tek tek konuştun; onlar kimlerdi?"
-"Ben Perşembe günü oraya gitmedim"
-" Gittin !... Kapıda gözcü vardı, seni gözlerimle gördüm!"
-"Perşembe günü gitmedim; daha önce gittim!"
-"Hayır!... Perşembe günü gittin!"
Aslında ortada tam bir komedi vardı... Benim perşembe günü değil de iki-üç gün önce oraya gitmiş olmam, netice bakımından mühim değildi ama, dikizcinin başarızılığını veya yalanını ortaya çıkarıyordu; tabii bana değil, şeflerine karşı... İhtimal birini bana benzetmiş veya kulaktan duyduğu haberi bizzat kendi görmüş gibi söylemişti... Israr ediyor:
-"Gözlerimle gördüm diyorum; kapıda gözcünüz de vardı!"
-" Gitmedim demiyorum; Perşembe günü gitmedim... Zaden daha önce gitmiş olmam sizin için ne farkettirir ki?"
-"Çok şey farkeder!.. Perşembe günü herkesle tek tek konuştun, Cuma günü de hadise oldu!.. Cumartesi günü oraya gitmedin mi?"
-"Cumartesi gitmedim demiyorum ki!.. Ama Perşembe günü gitmedim; hatta o gün berbere gitmiştim!"
-"Perşembe günüydü!"
Soruşturma boyunca mevzuyu saptıran hususlardan biri buydu.
•
"Şef"in odaya girerken söylediği ilk söz, "bu adam terbiyesiz adam, konuşmuyor!" demek oluyor ve ardından bam telime dokunuyor:
-"Senin yerine askerlik yapanın adı neydi?"
-"............"
-"Soyadı?"
-"Hatırlamıyorum!"
-"Kaç para verdin ona?"
-"Birbuçuk milyon!"
Aslında üç milyon vermiştim ama, kendi ifadeleriyle benim gibi kitapları satmayan birinin geçimini neyle temin ettiği meselesi, yakaladıkları ipuçlarını kaybetme pahasına bu hıyarların pek alakasını çekiyor; bu yüzden de rakamı küçültüyorum!...
"Davut", benim Türkiye'de ne kadar taraftarım olduğunu soruyor.. Benim bir hiç olmam ve kitaplarımın satmamasına ait söylediklerine nisbetle cevap veriyorum:
-"Olsa olsa 200-300 kişidir!"
"Hoca" dedikleri dangalak, "sen çocuk mu kandırıyorsun?" makamındaki umumi sesleri hususileştiriyor:
-"Bana bak aslanım, karşında çocuk yok!.. Biz pekala neyin ne olduğunu biliyoruz!.. Aslında doğru mu konuşuyorsun diye sana soruyoruz!"
-"Siz kendiniz söylediniz!"
-"Bana bak, kafamızı bozma!.. Biz, sen doğruyu söylüyor musun diye öyle dedik!"
Aslında bu insanların insicamlı bir muhakeme sahibi olmadıkları, çelişkilerinin beni oyuna getirmek taktiğinden değil de ahmaklıktan kaynaklandığını çoktan anlamıştım... Ne kendi söyledikleri ve ne de benim söylediklerim arasında bir irtibat kuramıyorlardı... Bu hususun üzerinde, işkencenin soruşturmaya katkısının ne olup ne olmadğı meselesiyle ilgili olarak duracağım...
"Hoca", sanki laik devleti alakadar edermiş gibi, Cuma namazının bugünkü düzende kılınabilip kılınamayacağını soruyor... Eğer Türkiye "Dar-ül harp-Harp diyarı" kabul edilirse kılınmaz... Türkiye "İslam diyarı" kabul edilemeyeceğine göre?.. Siz devletin içine düştüğü tezada bakın ki, "ulan niye Cuma namazı kılmıyorusunuz?" diye dünya kadar müslümanı toplayıp işkence yaptılar... Bana bunun şu anda sorulması ise, sadece soru sormuş olmak için... "Hoca", zevzekliğini örtbas etmek için hemen ciğerindekini kusuyor:
-"Neyse, Cumayı bırak; sen dedelerinden bahset dedelerinden!"
-"Neyinden bahsedeyim?"
-"Sen çok iyi bilirsin!.. Muş'taki Mutki aşiretinden bahset!"
-"Mutki aşireti, dedemin babasının aşireti..."
-"Onu biz de biliyoruz!.. Senin deden Şeyh Said isyanında ne yaptı?"
Dedem İzzet Bey'in o zamanki hükümetle ihtilafının, Şeyh Said isyanı ile alakası yok; bu ayrı bir bahistir.. O anda bundan bahsetmek istemiyorum, çünkü dava doğar... Ellerindeki bir kitapdan güya dedeme ait, Şeyh Said isyanıyla ilgili bir kısım okuyorlar... Ben hilelerini açığa vurunca da, yine kusuyorlar:
-"Sen bizi Mirza Beyleri bilmiyoruz mu sandın?.. Siz sürgün gelmediniz mi?.. Senin devlet düşmanlığın da o yüzden!"
Davut'un buraya getirildiğimden beri tekrarlamaktan pek hoşlandığı ve siyasi Şubenin hücrelerine bakan mesleklerinin ayak takımının da pek sevdiği bir söz:
-"Devlet her zaman güçlüdür, devletin her şeye gücü yeter!.. Sen, devletin gücünün sana yetişemeyeceğini sandın ama yanıldın!"
-"Şimdi dedemle benim buraya getirilişim arasında ne ilgi var, anlayamıyorum!"
"Hoca" hemen atılıyor:
-"İlgi var, ilgi var!.. Mirza Beyler bugün Hakkari'de devlet içinde devlet; bizim haberimiz yok mu sanıyorusun!"
Bunlar, kulaktan dolma ne duydularsa önüme sürüyorlar ve iş benim "Kürtçü" olmam diye bir meseleye bağlanmaya çalışılıyor... Bu insanlara ben ne söyleyeyim ki?.. Şunu söylüyorum:
-"Ben Büyük Doğucuyum, benim eserlerimde Kürtçülükle ilgili ne gördünüz?"
-"İBDA-C ne, İBDA-C?.. KİP ne?"
-"Kitap Propaganda Bürosu...""
-"Yalan söyleme!... PİK'in Türkçesi değilmi?"
PİK, Kürt İslam Partisi isimli İllegal bir örgüt... Yaklaşık 8-10 ay kadar önce bir kısım elemanlarının yakalandığını gazeteden okumuştum... Bunu söylüyorum ve şu komik cevabı alıyorum:
-"Bırak bu lafları bırak!.. PİK'i sen kurdun!"
-"Benle ne ilgisi var PİK'in?'
-"Onu sen söyleyeceksin!.. Sen güzelce söylemezsen, biz söyletmesini biliriz!" Bütün bu konuşmalar boyunca ne sert adam (!) olduklarını, bana Devletin gücü hakkında şahıslarında tecessüm etmiş manayı pırıldattıklarını söylemeye ne hacet!...
•
Aradan ne kadar zaman geçti, bilmiyorum... Bir yığın tantana içinde yine temiz, geniş bir odaya getirildim; burası geçen seferkinden ayrı bir hücre... Henüz on-onbeş dakika olmuştu ki, arkam kapıya dönük vaziyette ayağa kalkmam istendi; ve içeri girip gevşek bir şekilde gözlerimi bağlıyorlar... Duvara raptedilmiş açılır kapanır sehpanın üstüne yarım içinde yiyecek koyuyorlar; ve naylon bardağa konulmuş su... Davut, karşımda bir sandalyeye oturuyor... Yanında başka biri varmı yok mu bilmiyorum... Hoş, demir kapının gözleme deliğinden ve odayı kontrol eden kameradan seyredildiğimi biliyorum... Ama ne de olsa, benimle diyalog kurmak ister tarzında saygılı bir dille konuşan Davut'la başbaşa olmak duygusu başka, yanında biri olduğunu düşünmek başka... Davut'da farkettiğim şey, kitabi bir yanının olması; öbürleri tam tombalacı... Sonra genç; bu yüzden kaşarlanmamış veya insani bir yanı var gibi... Bana hal hatır sormayı andıran bir girişten sonra, "Tilki Günlüğü" isimli eserimle ilgili olarak konuşmak istediğini söylüyor... "Gibi" tarafından ve hıyarlardan farklı edebi tedai eden yönünden dolayı, soruşturmaya ait olduğunu bilmeme rağmen, sanki öyle değilmişcesine ona "Tilki Günlüğü'nü izah zevkini duyuyorum ve tesirimi seziyorum... Öbürleri kaba saba şekilde eserden işlerine yarayacağını ve beni ve İbdacıları suçlu gösterebileceklerini sandıkları şeyleri seçerlerken, Davut onun esprisini az - çok kavrıyor... Zaten ilk sözü şu oldu:
-"Tilki Günlüğü eserin benim için çok mühim; bir şeyler anlatabilir misiniz?"
Ben, sanki mühimlik soruşturma bakımından değil de kazanılması gereken meraklı bir idrake aitmiş gibi, onun bölümlerini, yapısını ve saire izah ediyorum... Aynı saygılı tonla şöyle diyor:
-"Bir bakıma hergün bir hikaye; ve eser, hikayeler toplamı; levhalar, düşvariler, yevmiyeler, varidatlar... bütün bunları anlıyorum da, bizim için çözülmesi gereken..." Sözünün tam burasında bir anlayış edası karşısında o bitkinlikten bu cevvalliğe geçmemin doğru olmadğını düşünüyorum ve yavaşlıyorum... Nitekim sözüne şöyle devam ediyor:
-"Bizim için çözülmesi gereken, bu eserin iç dinamiği; senin insanları etkileyen bir yanın var, bu bir gerçek... ne vermek istiyorsun insanlara?.. Bu bizim için çok önemli!"
Gayet tabii, "bütün bir cemiyet adına yaşanmış bir hayatın, muhasebe ve murakebe hissini muhatabında uyandırması, şuuraltına zerkettiği zamani şuur idrakı ile onunla zamanın nabız noktasında buluşması" diye bir tevhid sırrı ve aksiyonu davasından sözetmiyorum... Güneşten değilde, ışığından bahsediyorum:
-"Şöyle bir misal vereyim: Eserde ismi geçen herkes bir bakıma benim aksim; ve bu bakımdan, burada bana işkence yapanlar da, benim nefsimin bana ezasını gösteriyor ve nefs tezkiyesine alet oluyor... Herşey benim aksim; bu dünyada gördüklerim bir rüya, bir vehim!" Garip bir süküt... Birşey sezdiğini ve aşağılandığını anlar gibi olduğunu hissediyorum... Nitekim öteki hıyarlardan birkaç gömlek üstün olduğunu gösteriyor:
-"Levhalar, rüyaları gösteriyor; zaten "Düşvari" demen, gözü açık rüyayı; "Yevmiyeler" Necip Fazıl'la sohbetlerini; "Varidat", dediğin gibi, hatırladıklarını ve hatırlattıklarını... Bunları anlıyorum da, bizim için gerekli olan, senin sirayet eden, insanları etkileyen yönün; işin çığ gibi büyüyen bir aksiyon tarafı var... Seni çözmek istiyoruz!"
Beni çözmek?.. O kadar kolay değil herhalde!... Yaşamak gerek!..
Davut'un teşvikine rağmen, yemek yemiyorum ve sadece bir yudum su içiyorum... Çay ve sigarayı reddettiğimi söyleyemeyeceğim!...
•
Bende zaman kavramı kalmadı... Buraya geleli beri 3-4 gün geçti sanıyorum.....En sonunda "Şef", sinsi bir sesle işimin bittiğini söylüyor:
-"Hadi artık eve gidiyorsun!"
Gözlerim bağlı vaziyette bir arabaya bindiriliyorum ve beni öldürüp bir yere bırakacakarını düşünüyorum... Fethullah Gülen isimli "resmi görevli" hocanın bağlısı olan "Hoca" lakaplı ayı, ilk gün şöyle demişti:
-"Burada seni 30 gün de tutarız, 60 gün de tutarız; kimsenin ruhu duymaz!... Değil savcı-hakim, Cumhurbaşkanı bile seni kurtaramaz!... Herşeyi anlatacaksın; istersen anlatma!"
Arabadan indirildim... Soğuk ve yağışlı bir hava... Açıklık bir yer intibaı... Ormana getirildiğimi sandım... Etrafım kalabalık... 12 Eylül döneminde ormana getirilip kışın soğuk suyla yıkanan, sonra, ayaklarından ağaca asılıp sopalarla dövülen ve "artık ölüyorsun!" diye kulağının dibinde silah patlatılan bir müslüman kardeşimizi hatırladım... Biraz yürüyünce bir binaya girdik... Vakit akşam saati idi herhalde; veya geceyarısı... Binanın içinde götürülürken, biri, "bak Şef de buraya gelmiş!" dedi... Hayatı hayvanlıktan ibaret o zavallının sesi:
-"Hoşgeldin Salih!.. Daha işin bitmemiş!"
•
İşi bitmemiş Salih'in, fikir ve sanat adamı olmasının yanında ne hüneri var ki, bunca alakaya muhatap?" sorusunun cevabı, "aksiyon adamı" olabilir... Ama bunlar benim aksiyon tarafım yanın da, onun içindeki çehreye gözlerini dikmişler... Davut soruyor:
-"Senin kadar ateşli ve hızlı kim var?"
Ses çıkarmıyorum... Tetikçileri bir ahbap çavuşluk edasıyla benden öğrenmek hevesindeki Davut, bir has isimle yokluyor:
-"Ali Osman senin gibi seri ve hızlı dövüşüyor değil mi?"
Hoşuma gidiyor ve gençlerimle iftihar ediyorum!..
Şef, "Hoşgeldin Salih, daha işin bitmemiş!" diye beni Şube"deki işkencehaneye davet ederken, karşımda sadece kokmuş düzenin bir moruğunu temsil ettiğini ne bilsin!..
II. LEVHA
İŞKENCEYE DEVAM
Siyasi Şube'de, bir odaya sokuldum ve sandalyeye oturtturuldum... Başka bir bölmeden daktilo sesleri geliyor; orada ifade alındığını çok sonra öğreneceğim... Odada dört beş kişi var ve her biri, gözleri kapalı olan bana kendilerini asabımı bozacak seslerle belli ediyorlar; kimi radyatörü tarayarak, kimi aniden masanın çelik levhasına tekme atarak, kimi silahına mermi sürüyor gibi yaparak... Uyuşan ayağımı azıcık kıpırdatsam, bana belki bir metre mesafede oturmuş adamın kendini belli edici bir hareket sesine şahit oluyorum... Belki yorgunluktan, belki de gerçekten, saatlerce orada tutulduğumu sanıyorum veya tutuldum... Bir ara odada iki kişi kaldıklarını anlıyorum... Biri , çok genç ve yalak bir tip... Kovboyculuk oynayan bir çocuk... Yanındakine, "eğer kot pantolonun varsa belinde silah taşıyorsan, hiç kimseden korkma!" diye espri yapıyor ve odada ayaklarını tak tak vurarak dolaşıyor... Öbürü ona soruyor:
-"Bu akşam o karıya telefon ettin mi?"
-"Ettim ama, .... numara mı diye sordum, değil dedi!"
Ardından, yılışık seslerle yine bir yere telefon ediyor ve "ne haber?" diyor... Sanki telsiz konuşması gibi yüksek sesle kadın" cevabını duyuyorum:
-"Sapık serseri, Allah'ın cezası!"
Aman efendin, ne keyiflendiler ne keyiflendiler!... Böylece, vatandaşı telefonla rahatsız edenler arasında kimlerin de olduğunu büyük bir tiksintiyle öğrenmiş oldum!..
Biraz sonra, işkence görenler hakkında ve bilhassa bana duyurarak "Devlet bir yerde Devletliğini gösterecek!" diyen hıyar gidiyor... Öbür tarafta tavla oynayanların sesi... "Yalak"ın "Şefim!" diye hitabettiği biri geliyor...
Gerçi öbürüne de ölye hitabediyordu... "Şefim, burası güzel, sıcak değil mi?" ... "Şefim şu benim silaha bir bakar mısın?"... "Şefim, beni de senin oraya al be!"... Şef, öbür odada tavla oynayan ve kendilerini bunlara nisbetle yüksekte tutanlara bozuk... Onlar, beni getiren MİT'çiler... "Yalak"a yavaş bir sesle:
-"Olmuyor böyle!... Bir takım havalar!.. Sorgulayacaksanız sorgulayın, yoksa götürelim hücrede yatsın adam!.. Yazık değil mi, kan içinde kalmış adamın kafası; şunun haline bak!... İnsan acıyor!"
"Yalak", bir yandan radyoda çalan hafif pop müziğe ayağıyla tempo tutarken, öbür yandan bilhassa lakayt ve havai görünmek için yalaklaştırdığı ses tonuyla cevap veriyor:
-"Boşver yahu!.. Hayatını yaşa!... Ben hiç üzülmüyorum!... Şimdi burada olmasaydı rahatça uyurdum!"
Allah'ın hiç acımayacağım şartlarda beni bu yalakla karşılaştırması temennisi içinde iken, yine de bu temenniye bütün kalbimle katıldığımı söyleyemem... Garip bir duygu ile, suçu nefsimde arıyorum ve düşürüldüğüm halde batın kahramanlarının hatalarıma biçtikleri ceza payı görüyorum... "Yalak"la birlikte buradakilerin hepsine karşı derin bir tenezülsüzlük içindeyim... Gariplik, hüzün, sinsi bir zevk ve daim bir dua:
-"Yarabbi!.. Büyüklerin ruhaniyetini üstümüzden ayırma!... Büyük İslam Serdarlarının tüttürdüğü heybetten bir mana ışıldat ve yüreklerine korku sal!"
Bu "Yalak"a, daha önce beni helaya götürmesini söylemiş ve "biraz sonra!" cevabını almıştım... O "Biraz sonra" o gece hiç gelmedi ve ben de işin tadını çıkarmaya meyyal o "yalak"a bir daha tekrarlamadım.
•
O gece, sonradan öğrendiğime göre saat 2.30'da, Avukat Harun Yüksel ve Muhasebeci Mevlüt Koç birlikte Şubeye getiriliyorlar... Sorgudan sonra tekrar odaya getirilmişken, Harun Yüksel'in sesini duyuyorum:
-"Salih Bey nasıl?"
Gayet iyi olduğum yolunda laflar duyuyorum... Gayet bitkin bir haldeyken!...
•
Sorgu, sual, şu,bu... Saat kaç, haberim yok... Odada kaç kişi var, onu da bilmiyorum. "Ne bu hal böyle yahu?" diyen bir ses, beni sandalyeden kaldırdı ve birine talimatla radyatörün yanına koydurduğu koltuğa oturtturdu... "Bir çay verin, sigara verin!.. Beşer şaşar!.. suçlu bile olsa olur mu?.. Hepimiz müslümanız!".. O ana kadar donmuş gibi duran gözyaşı pınarım açıldı ve coşkuyla ağlama hissi geldi... Kendimi gayet komik duruma düşmüş gördüm ve hemen izah ettim:
-"Yanlış anlamayın!... Geldiğimden beri ilk defa insana benzer bir çehreyle karşılaştığımı zannediyorum!"
Dışarıdan, Davut'un labaratuvar neticesini tahlil edercesine bundan bahsettiğini duyuyorum:
-"İyi muamele görünce birdenbire çözüldü!"
İyi muamele cümlesinden olarak, çayım ve sigaram tazeleniyor... Şef, "işte Kumandan burada!" diyor birine; belki de bana numara yapıyor... Sonra, koltukta kestirebileceğim söyleniyor... Bütün bu zaman boyunca, dışarıdan arandığım için böyle davranıldığını düşünüyorum... Ayaklarım şiştiği için, ayakkabılarımı hafiften çıkarırken, nefes payı mesafede oturan "yalak" tipi biri ikaz ediyor; o da beni... Dizlerimde korkunç sancı... "Yalak", ayakkabımın topuğuna tekme vurarak beni uyandırıyor... Odada birtakım adamlar... Güya tünellerden geçiriliyormuşum gibi, bazı yerlerde beni iki büklüm ediyorlar... Merdivenlerden iniyoruz ve buzdolabını andıran müthiş soğuk ve çok büyük olduğunu zannettiğim bir salona geliyoruz... Üstümdeki kabanı çıkarıyorlar... "Hoca", binbirinci defa hayatımı anlattırıyor... Defalarca sorulan sualleri soruyor... Sonra Davut... Beni hazırol vaziyetinde durdurmaya hevesli Davut, hem mizacımın ve hem de gövdemin razı olmamasından dolayı boşuna vakit kaybı olan bu işten vazgeçmiş görünüyor... Baştan beri, konuşurken eğiliyorum ve dik durmamı ihtar faslına geçtikleri zaman da konuşmam bölünüyor ve dağılıyor; bu bakımdan, "tamam konuşacak!" diye sandalyeye oturtuyorlardı... Şu anda ayaktayım... Tanıdık olmayan bir ses:
-"İndir ellerini!... El kol hareketleriyle konuşma!"
Bana pek nadir olarak vururken tuhaf bir tutukluluk duyuyormuş zannını taşıdığım Davut:
-"Öyle alay eder gibi sırıtıp durma!"
Ne garip bir durum!.. O halimde bile bu adamlara kendi küçüklüklerini gösteren bir haysiyet tüttürüyor Allah!..
•
Sorgulayıcılar üşüdüler ve sandalyenin üzerinde titreyen bana kabanımı giydirip, çoğunlukla yanımdan ayrıldılar... Başımda dikilen adamlar da üşüdüklerinin beyanında; ve beni, gözlerime bağlı bantı çözmemem ihtarıyla bir hücreye attılar... Yerde sünger minder veya minder-yatak niyetine pırıltılı bir sünger... Gözlerimdeki bantı kaldırdım ve gözleme deliğinden sızan ışıkta hayal-mayal seçilen hücreye baktım... Orada sızıp uyuyabilirim ve donup ölebilirim... Dışarıda bir ses:
-"Oraya bırakmayın yahu!.. Çok soğuk!.. Yukarı götürün!"
Yukarı götürülürken, tuvalete götürmelerini istedim... Nerede durdurulduğumu bilmiyorum ama, tuvalet değildi... O halde bile yakamdan tutulmuş, yalnız bırakılmıyordum... Netice olarak, üç gün tuvalete çıkarılmadığımı ve çıkamadığımı söylemeliyim... Üst-ast ilişkisi olarak kimsenin sözünün kimseye geçmediğini gösteren başıbozukluktan bir numune halinde, rastgele açılan ve ranzası olmayan bir hücreye atıldım... İçerde tek kişi vardı ve yerdeki kartonda yatıyordu... Ben gelince oturmam için yer açtı; o kadarcık yerde büzüldüm ve uyudum... Ceryan veriliyormuş gibi betonun çekmesine rağmen, saatlerce kalkamadım... Bombalı pankart asarken yakalanmış solcu hücre arkadaşım, "kalk, çok kötü olursun!" diye uyandırmasına rağmen, kendimi toparlayamıyordum... Müthiş bir başağrısı ile doğrulduğumda, bana tavsiyede bulundu:
-"Ben açlık grevi yaptığım için battaniye vermediler; sen iste, verirler!"
-"Bu pis heriflerle muhatap olmak istemiyorum; şimdi küfür filan ederler!"
-"Olur mu yahu!.. Dur ben isteyeyim!"
Hücrenin demir kapısına vurdu ve "kim vuruyor?" diyen haşin sese cevap verdi:
-"10 numara!"
Gelen adama, kendisinin açlık grevi yaptığını, fakat benim yapmadığımı ve battaniyeye ihtiyacım olduğunu söyledi... Kendimi gösterdiğim adam, sırıtarak:
-"Battaniye olsa, ben kendim örtüneceğim!"
Bu hücrede iki günde işimin biteceğini düşündüm... Aynı tip biraz sonra yine geldi ve beni yan hücreye aldı... O kadar berbat bir durumdayım ki, içerde yatmakta olan arkadaş hemen kalktı ve beni battaniyeye sardı... Bu arkadaş da, silahlı çatışmadan dolayı içeri girmiş bir solcu idi... Ve kitle halinde emperyalist mücadele eylemlerini tezgahlamakla suçlanan İBDA-C mensubu ile şu şartlarda birlikte bulunmak, onu müthiş hislendirdi ve heyecanlandırdı!..
•
MİT'te ve Siyasi Şubede, sorgulamada geçen hususları, "Tesbitler ve Teşhisler" başlığı altında hikaye edeceğim... 11 numaralı hücreden iki defa daha sorgulama ve bilhassa işkenceye götürüldüm... Herşey bittikten sonra, sorgulama ile hiç alakası olmaksızın elektrik verme zevklerine tabi oldum... Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne sevkedilene kadar hücrede ve sevk muamelesinin tamamlanması işleri sırasında yukarı katta şahit olduğum hususlar ise, şu kokmuş düzenin bizzat bu lağım fareleri tarafından nasıl yıkıldığının vesikası mahiyetinde idi!.. Bundan da hususi bir zevk duyan ben oldum!..
•
Ben Şube'de iken, arayan arayana ve soran sorana imiş... MİT'te geçen günler de dahil, içeri alınışımdan 6 gün sonra, İBDA-C adına yakalananlardan orada tanıdığım bir genç, hücrelere bakan sivil veya burada sivil polislerden birinin, beni gazetecilerin sorduğunu söylediğini haber veriyor... 10. gün de, rengi biraz İslam'a çalan bir polis, namaz için abdest alırken yanıma geliyor ve mühimsenen mevzuya yakın olan insanın ondan kendine pay devşirici o küçük mutluluğunu aksettirici hafif heyecanla:
-"Seni çok arayıp soran var!"
•
Arkadaşlarımla beraber işkence gördüğüm ve devlet adına hayvanlığın binbir çeşidine şahit olduğum o şartlardan sonra söyleyeceğim söz çok kısa ve açık olacak:
-"Eceli gelen köpeğin cami duvarına işemesi gibi, iyi yapmadılar!.. Güya soruşturma yaparken, şahıs ve şahsiyet ve olanca zaaflarıyla ortaya çıktılar!.. Bizi yıldırmak ve sindirmek isterken, kendileri darmaduman oldular!.. Gözlerimiz bağlı şekilde işkence yaparken kuduz köpek gibi hırlayanların, gözlerimiz açıldıktan sonra işkence yapanlardan olmadıklarını göstermek için ne türlü yaltaklandıklarına, titrediklerine, merhamet dileyen it kılıklarına şahit olduk!.."
Hesap?..
Hem dünya vesileleri ve hem de ahiret şartları içinde takipçisi olacağımız bir dava!..
•
Tenimizi ezebilirsiniz... Ama... Ruhumuzu asla... Onu ne işkence zapteder, ne kelepçe, ne pranga... Gülümser durur inancımız, hürriyet buudunda sonsuzca... Bizi edebilirsiniz, evimizden, tenimizden... Ama dinimizden?.. Çok şükür... Pişmanlık uğramadı semtimizden... Ya siz?.. Ezeli pis, hayvancıklar... Neye yaradı işkenceniz?.. Dünyanız kara, ahiretiniz zift... Sizi bekliyor cehenneminiz!...
3. LEVHA
TESBİTLER-TEŞHİSLER
MİT'teki sorgulama gibi, Siyasî Şube'deki sorgulamada da hazır bulunan "Hoca" damdan düşercesine ve güya beni kıpırdıyamamacasına sıkıştırmış bir hakikati ifade edercesine haykırıyor:
-"Senin üstünde kim var, senin üstünde olanın adını söyle!"
-"Benim üstümde hiç kimse yok!"
Hayvanî bir ses tonuyla bağırıyor:
-"Yalan söyleme!.. Senin üstünde Saddam var!.. Ondan emir alıyorsun!"
Bu kadar ahmakça bir irtibat kuruş karşısında insan ne diyebilir ki?.. Sözün, bu hıyar keyfiyeti karşısında büsbütün aciz kalacağını gördüğüm için, ses çıkarmıyorum... Seninki büsbütün coşuyor:
-"Susuyorsun değil mi?.. Bilmiyoruz sandın!"
-"Ne söyleyebilirim ki?"
-"Yalan söyleme!.. Doğrudan doğruya ondan emir aldığını itiraf et!.. Ne yapmanı istiyordu, söyle!"
-"Ben bütün hayatım boyunca Üstadım'dan başka kimseye bağlı olmadım!"
Onun ahmaklığına mukabil Davut, biraz yontulmuş ve haberdar olduğunu gösterici şekilde araya giriyor:
-"Necip Fazıl ölünce, tek başına sen kaldın!.. Peki o senin ne yapmanı isterdi!"
O ânda da Üstadım"la sarmaşdolaş bir muhasebe içinde olduğumu, ondan cesaret ve mukavemetini dilediğimi anlayabilir miydi acaba?..
•
"Hoca", benim "Tilki Günlüğü" isimli eserimde "İbda'nın Şark cephesini örgütleme" cümlesi etrafında perendeler atıyor... Tutturmuş, "E'den bahset, E'den" diyor... Ne E'si?..
-"Neyi kastetdiğinizi anlamıyorum!"
-"Bal gibi anlıyorsun!.. Sen anlatacaksın!"
Ivır zıvır tuzakların avladığı abur cubur lâflardan sonra, benim söylemediğimi(!) o söylüyor:
-"Erzurum, Erzurum!... Erzurum'u merkez almadınız mı?.. Doğu'daki olayları sen tertiplemedin mi?"
-"Nasıl ben tertipledim?"
-"Soru sorma!.. Herşeyi açıkça anlat!.. Batman olaylarını sen tertipledin; senin adamların yaptı!"
Vay canına!... İş, şakadan kakaya dönüyordu ve bu adamların meslekî başarı uğruna yapmayacağı şey yoktu... Benim, "neye dayandırarak bunu söylüyorsunuz?" sözüme, Davut hışımla cevap verdi:
-"Fikri sen üflüyorsun, ajite ediyorsun; ondan sonra da hiçbir şey yapmamış gibi kenara çekilip seyrediyorsun!.. Sen bir hainsin, devlet düşmanısın!"
Ne garip bir durum!.. Dışarıda, fethettiğim alanda fatihçilik oynayan ve ittifak hâlinde "yediği çanağa sıçan soyu" olarak benim inkârıma giden lüpçü ve parsacılara karşılık, burada "davadaki telif hakkım" tescil ediliyor ve dışarıda o türlü, MİT ve Şube'de de bu türlü işkenceye maruz kalıyorum... Üstadım bir "Noktalama"sında şöyle diyordu:
-"Söyledik de söylenecek ne varsa/ Bize seyretmek düştü, elaleme parsa!"
Ve bana söylediği şu söz:
-"Biz bu davanın enayisiyiz!"
"Enayi" lâfı üzerine gayr-ı ihtiyarî "estağfurullah efendim!" deyince, hemen şu cevabı yapıştırmıştı:
-"Allah'a şükrederim!"
İt ve MİT'in birbirine aykırı yollardan beni tüketmek bahsinde birlik oluşlarına ve bütün bunlara rağmen, yetişmelerinde büyük pay sahibi olduğum bugünkü aksiyoncu gençliğin tezahürü karşısında ben ne demeliyim?..
•
Batman'da 25.1.1991 tarihinde, Cuma namazından çıkan cemaat, tıpkı Beyazıd Camiinden çıkan cemaatin polisle çatışması gibi, Irak'la yapılan savaşta başı çeken Amerika'yı protesto ederek asker ve polisle çatışmış, bir kişi şehit olmuştu... Solcu 2000'e Doğru dergisi ise, hadiseyi solcular tertiplemiş ve Amerika'yı protesto eden halka Cuma namazından çıkanlar da katılmış gibi vermişti... Ben, gerek MİT'te ve gerekse Siyasî Şube'de, hadiseyi kendilerine maletmek için çırpınan kesimler varken, niye bana yüklendiklerini soruyordum; ve açıkçası bunların birdenbire hadiseleri hızlandırarak bir halk ayaklanması safhasına geçtiğim korkusuyla beni kaptıklarını görüyordum... Davut, Batman hadiselerinin benimle ne ilgisi olabileceği şeklindeki masumiyet ifademe karşı, kitabî bir hitapla mukabelede bulundu:
-"Sen, sadece fikir üflerim, diyorsun; onun adı provakatörlüktür!.. Kurt dumanlı havayı sever, diyorsun; dumanlı hava ne demek?"
•
Beyazıd Meydanı'ndaki, Cuma namazından sonra yapılan gösteride silâhı kim kullandı?.. Orada sergilenen pankartlarda ne yazıyordu?.. İki tane sivil polis, komalık oluncaya kadar dövülmüş ve çamurlar içindeki cesetleri diğer polisler tarafından kaldırılmıştı; onları o hâle sokanlar kimlerdi?.. Beyazıd Meydanı'nda bulunan yeşil bir Renault marka arabanın plakası, "içinde sivil polisler vardı!" kaydıyla telefonda bana bildirilmişti; niçin bildirilmişti?..
•
Kıvam Hukuk Bürosu'ndaki toplantıda hazır bulunanların kimler olduğunu kesin olarak bilmedikleri hâlde, benim her adımımı takip ettikleri yolunda bende uyandırmak istedikleri korku, tersine tecelli ediyordu; bunlar, Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'a ve Savcılardan Hâkimlere kadar herkese galiz küfürler ederek "esrarengiz teşkilat ve kuvvet" vehmini taşıya ve yaşatadursunlar, aslında "Kanarya Sevenler Derneği"nden fazla bir güç ve kuvvet sahibi değiller... "Kanarya Sevenler"in masum tutkularına karşılık, bunlar iflâh olmaz sadist ve sapık çehreler topluluğu; ve güçleri de, her sahada olduğu gibi, devletin hiyerarşi ve vurdumduymazlık boşluğunda yuvalanmış olmaktan ibaret... Ve açıkça ifade edeyim ki, fertleri hırpalamalarına karşılık, kanunsuzluğun ve orman kanununun bizzat devlet içinde varolduğunu ifşa eden, toplumu çözen ve devlet otoritesini zincirleme etkiler hâlinde yıpratanlar bunlardır; bu hükmümün misâllerini yeri geldikçe vereceğim!..
•
Yalçın Turgut'un bana telefonla bildirdiği arabanın plâkası... Ne yapacaktım?.. Ona niçin "aferin!" demiştim?..
-"Uyanık davrandıkları için aferin dedim!"
Peki içindekiler iyice tanınmışlar mı idi?.. Bu soruya gayet tabiî ki "evet!" diyecek halim yoktu!..
"Buluştururlar birgün elbet bizi hesapta!"
•
Beyazıd Meydanı'nda sivil polisleri kimler öyle yaptı?.. Kim olabilir ki, elbette halk!.. Onlara göre, orada bulunan 10.000 kişiyi İBDA-C militanları istedikleri gibi yönlendirmişlerdi ve şayet polis silâh kullansaydı, halk da galeyana gelip"müslüman polis"e saldıracaktı; ve ben de karnımı tuta tuta gülecektim!.. Kamuoyunda "Fethullah Hoca" diye bilinen ve MİT'le içiçe çalışan adamın, "dini bütün polislere" hem meslekî ve hem de uhrevî yol (!) rehberliği yaptığına işkencehanelerde bizzat şahit oldum; ve şu ânda da, karşımda duran Fethullahçı "Hoca", "Laik Devleti İslâmcılara karşı" nasıl "İslâmî bir şuurla" (!) savunduğunu misâllendiriyordu... Ve haykırışı:
-"Senin yüzünden iki Cuma Namazına gidemedim!... Allah belânı versin senin!"
Allah, "Hoca"nınki türünden dangalaklık belâsını kimseye vermesin!...
•
İstihbaratın güzelliğine (!) bakın ki, Kıvam Hukuk Bürosu'nda yapılan toplantıda neler konuşulduğunu biliyorlardı da (!), ardından orada kimlerin bulunduğu sorusunu sorma zekâiliğini gösteriyorlardı... Orada bulunanların isimlerini sıralıyorum:
-"Harun Yüksel, Hasan Ölçer, Necdet Budak, Mustafa..."
Kıvam Hukuk Bürosu'nun avukat kadrosu, Kıvam'da bulunanlar olarak not ediliyordu ve "Kıvam Hukuk Bürosu'nu teşkil edenler"diye istihbarata mevzu oluyorlardı!...
•
Toplantıya başka kimler katılmışlardı?... Mustafa Saka?.. "Evet!"... Bu çok mühimdi !... Kaya Balaban?.. "Hayır!"... Mehmet Fazıl?... "Evet!"... Yalçın Turgut?.. "Evet!"... Başka kimler vardı?... Öldürülsem bile hatırlıyamayacağım isimler!..
•
PKK ile irtibat halinde olduğum ve örgütün içindeki İslâmcıları ayırarak Suriye'de örgütlediğim yolundaki haşin hışımlarına, öyle birşeyi gazetelerden okuduğumu söyledim... Yutmuyorlardı (!) ve İBDA-C'ye bağlı silahlı cephelerden biri olarak benimle irtibatlandırmak istedikleri PİK (Partiya İslâmi Kürdistan-Kürt İslâm Partisi) gibi, o grubun da bana bağlı olduğu hususunda ısrar ediyorlardı... Ve iş geldi, Kaleşnikof sandıklarının nerede saklandığına!...
•
Dikkat ediliyorsa, "Şef"ten pek bahis geçmiyor... "Hıh,kıh!" gibi sesler çıkarmaktan ve "konuşmuyor mu hâlâ?" gibi yiğitlenmelerden başka bir rolü yok... En haini "Hoca" ve Siyasi Şube'deki "İrtica Bölümü Şefi" M.... S.... "Hoca", Benim dört tabanca, iki jarjör, dörtbuçuk metre saniyeli fitil, dört fünye, değişik çapta 185 mermi ve "Tilki Günlüğü" isimli romanı eline geçirmiş olmanın zevki içinde, damdan düşer gibi bahis açıyor:
-" Kaleşnikof sandıkları nerde?.. Yerlerini söyle!"
Hayda!..
•
Bayrampaşa Ceza ve Tutukevi'ndeki tutukluluğum sırasında, PİK davasından tutuklu bir genç, Siyasî Şube'deki hücrede bir solcudan duyduğu fıkrayı anlatmıştı... Nefis!..
İsrail'in Mossad ajanı, Amerika'nın CIA ajanı, Rusya'nın KGB ajanı ve bizimki, bir maymunu ormana salmışlar ve "bakalım kim önce yakalayacak?" demişler... Mossad ajanı, iki saat sonra maymunu yakalamış... CIA ajanı, üç-beş saat sonra Mossad'ın maymunu yakaladığını rapor etmiş... KGB ajanı da, bir-iki gün sonra, Mossad'ın maymunu yakaladığını ve CIA'nın da bu hadiseyi rapor ettiğini bildirmiş... Aradan bir gün geçmiş, iki gün geçmiş, beş gün, on gün, onbeş gün; bizimkinden haber yok... Merak etmişler ve "başına bir şey gelmiş olmasın; şunu arayalım!" demişler, aramaya çıkmışlar... Ve bulmuşlar... Bizimki bir kanguruyu yakalayıp sırığa bağlamış, elektrik verip boyuna çeviriyormuş:
-"Söyle ulan, sen maymunsun!"
İşkencenin işkenceden ibaret kalan bir hukuk zaafından başka bir şey olmadığını, bu fıkra kadar güzel anlatan misâl olamaz... Hukukun çizdiği yol üzerinde delille suçlunun üstüne gidip de delil toplayacağına, "bakalım ne var ne yok!" cinsinden bir keyfilikle, sırasında sade vatandaşları bile işkenceye çeken Kemalist düzenin hukuk anlayışı!...
•
Mustafa Saka, Hayrettin Soykan ve Sinami Orhan'ın başı çekerek çıkardığı, son dönem gençliğinin çıkardığı en dinamik dergi olan Ak-Doğuş... 1979'daki Akıncı Güç"ten beri böyle ses ve keyfiyet görünmedi... Bana, o derginin kapağındaki kaleşnikoflu amblemin ne mânâya geldiğini soruyorlar... Ve Türkçe konuşuyorum ama, anlamıyorlar... Söylediğim şu:
-"Ak-Doğuş, İbda bağlısı gençlerin çıkardığı bir dergi ve benimle organik bir bağı yok!"
"Organik" lâfını anlamayan şapşalların zaafını örtmek veya bizzat kendi de o zaafla malûl Davut, zırvalıyor:
-"Organik, inorganik... Organik değil, inorganik bağın var!"
Espri mi yapıyor, yoksa "organik" kelimesine aşinalığını oradakilere satmak üzere kelime tekerlemesi içinde bana mı çullanıyor?..
Her neyse ne... Ak-Doğuş'un, sevabı ve günahıyla çıkaranların mesuliyetine ait bir iş olduğunu ve kaleşnikof'un ne mânâya geldiğinin bana sorulmaması gerektiğini söylüyorum... Hayır!... İBDA-C örgütü adına çıkarmak istedikleri şemaya göre, bana Genel Başkan yardımcısı diye Mustafa Saka'yı münasip gürüyorlardı ve "kanguru hikâyesi" gibi, ille de Ak-Doğuş benim emrim doğrultusunda çıkıyordu!..
•
Yakalanmamdan 8-10 gün önce, Kaya Balaban benim eve gelmişti... "Hoca", bunu hatırlatıyor ve ekliyor:
-"Kaya senden aldığı silâhı getirmedi mi?.. Hatırla bakalım!.. Köye gitmedi mi?.. Hani yanına biraz mermi alıp sizin çocuklara atış talimi yaptıracaktı!"
•
Sorgulamanın tam bir kara mizah mevzuuna döndüğü noktalardan biri de, benim ev kirası meselem... "Tilki Günlüğü" isimli romanımda, Kıvam Hukuk Bürosu'nun, Espas'ın , Estaş'ın, Kazım Albayrak'ın, Mevlüt Koç'un verdiği paralar, "Akrep" Mehmet'in İbda'ya tahsis ettiği arabanın geliri vesaire gibi notlar vardı... Bana, parayla dönen işleri nasıl yaptığımı sorarlarken, benim şahsî gelirimle de ilgileniyorlardı... O kadar kitabı nasıl basıyordum, neyle geçiniyordum ve İbda yayınevini bir başkası üzerine hiçbir sözleşme yapmadan nasıl emanet edebiliyordum?...Bütün bunlar o kalitedeki insanların anlayabileceği şey değildi ve verdiğim misâl, işi büsbütün güçleştirdi:
-"Bizim aramızda para mevzuu olmaz!... Ben, Mevlüt Koç'un evinde otururum ve para vermem!"
Aman efendim, ne müthiş bir alâka ve hayrete değer söz söylemişim!. Bu yüzden sopa yiyorum !.. Nasıl olur da, Mevlüt Koç 200 milyonluk evini bana verirmiş !.. Hadisenin heyecanı içinde, evi bana vermediğini, sadece kira almadığını söylemiş olduğumu anlamıyorlar; herifler tam bir çatlak!..
Sanki ben buraya o yüzden getirilmişim gibi "Şef" suçumun (!) üstüne üstüne gidiyor:
-"Bugün kim kime bedava ev verir!.. Kardeş kardeşe verir mi?.. Baba oğluna vermez be!.. Herkesin üstüne tahakküm kurmuşsun!"
Bu mesele sorgulama boyunca mevzu edildi... Baktım lâf anlamıyorlar, anlaycakları dilden bir lâf etim:
-"Ben de vaktiyle onu işe sokmuştum!"
1975'de çıkan Gölge dergisinin 6 sayı sorumlu müdürlüğünü yapan Mevlüt Koç'un, bir de iki senedir oturduğum evinde benden kira almaması, onun İBDA-C'nin Genel Başkan Yardımcısı olduğunu gösteriyordu (!) ve buradan iz sürüyorlardı (!)... Soruşturmaya dikiz!...
•
Siyasî Şube'de hücrelere bakanların, sivil polisler olduklarını öğrenmiştik... İçlerinde biri vardı ki, tam bir psikopattı... "Psikopat", bütün hücrelerden duyulan genirmesi, geldiğini belli etmek üzere küfürleri, hücreleri açıp rastgele sözleri ve aklına estikçe gözüne kestirdiklerine saldırmasıyla meşhur bir tip... Birgün yine bağırıp çağırıyordu:
-"İllet oluyorum, zorla değil!... Ben orada 500.000 lira kira vereyim, siz burada beş kuruş vermeden yatın!... Oh ne ala!"
"Psikopat"ın o sözüyle, beni MİT'ten başlayarak sorgulayan "Şef"in şu sözü, maskaralıklarını iyice gösteriyordu:
-"Adam, başkasının evinde para vermeden oturuyor!.. Kim yapar be !"
Sabaha karşı, tek ranza üzerinde iki kişi uyur ve ayak ucunda ben uyanık olarak otururken, dışarıdan demir kapının açıldığını duymuş ve gözleme deliğinden kimi götürüyorlar diye bakıp kulak kesilmiştim...Kimseyi götürmemişlerdi... İhtimal, "Şef" tuvalete girmişti... Sonra da gardiyanlarımıza, bana buğzunu gösteren bu lâfı söylüyordu!..
•
Kaya Balaban'ın üzerinde niçin durduklarını unuttular ve iş, benimle niçin balığa çıktığı gibi girift (!) bir meselenin halline döndü... "Hoca", Kaya Balaban'la onların köyüne niçin gittiğimizi soruyordu:
-"Kaya ile çok samimisiniz!.. Hatırla bakalım, onun köyüne niye gittiniz?"
Benim "Tilki Günlüğü", bunlar için bulunmaz bir madendi ve magazin merakı çerçevesindeki alâkaları için büyük bir iştiha mihrakı... Kaya ile köye gittiğimi de oradan biliyorlardı... Cevabım şu:
-"Alabalık tutmaya gittik!"
-"Balığı İstanbul'da tutuyordunuz!.. Köye niye gittiniz?.. Yoksa orası sizin eğitim kampınız mı?"
-"Kaya benim 20 senelik arkadaşım !.. Onunla köye gitmemin ne mahzuru olabilir?.."
-"Olur, olur!.. Onların köyünün adı neydi?"
-"Bilmiyorum!"
-"Soyadı neydi, soyadı?"
Ne zeki (!) adam (!)...Bana "Balaban köyü" olduğunu söyletti!... Ve "lüzumsuz soruların mânâsız cevapları" ile, vakit geçti gitti!..
•
Kaya Balaban'ın, İBDA-C'nin Genel Sekreteri oluşundan ümit kesince, bana başka bir Genel Sekreter tedariki yoluna saptılar... Ali Osman Zor olabilir miydi?.. O tarafa hiç sapmıyordum... "Cuma" dergisi ile ilgim neydi?.. Hiçbir şey!.. "Cuma" dergisini çıkaranlardan Yalçın Turgut, benim Genel Sekreterim olmalıydı... 20 senelik arkadaşımdı, Gölge dergisinin kadrosuydu vesaire derken, Davut damdan düşer gibi sordu:
-"Onun eylemci bir yapısı olmadığını biliyoruz; o emirle tetik çektiremez değil mi?"
-"Hayır!"
Böylece Cuma namazından sora kimin ateş ettiği mevzuu yine karanlıkta kalırken, Genel Sekreterlik makamı da boş duruyordu... Ya Harun Yüksel?.. Cevabım hayır!.. Mehmet Fazıl?.. Hayır!.. Mehmet Tarakçı ?.. Hayır!.. Acaba kimde karar kıldılar?..
•
İlk günden itibaren en çok meraklarını çeken husus, benim nasıl evlendiğim hususu idi... Bunun, devletin güvenliği ile ilgisini anlayabilene aşkolsun!.. "Tilki Günlüğü"nde, benim bâtın nisbetime ait bir dava olarak ele alınan bu husus, ne gariptir ki Devlet Güvenlik Savcısı'nın önüne sürülen deliller (!) arasında yer aldı... Kokuşmuşluğun böylesi, ahmaklığın bu efsanevî çapı önünde, bilmem ne kadar zavallı bir duruma düşmüş olduğumu tahayyül edebiliyor musunuz?.. Ben ki, bizzat Necip Fazıl tarafından, "Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi"ni temsil eden ve şu teşhise muhatap olan adam:
-"Sende ifrat hâlde tecrit var!"
Ne gariptir ki, Savcı Mustafa Emre de, ilk gördüğümde kendisi hakkında beslediğim ve makamına uygun bir kibarlıkta konuştuğumu sandığım "anlayış tarafı olan bir insan" hükmünü tekzip edercesine, "burada ailenle nasıl evlendiğini anlatmışsın!" lâfını ediyor ve punduna getirdiği yerde de:
-" Sen kendini çok büyük görüyorsun!"
Benim 15 günlük Siyasî Şube, yani İşkence Şubesi macerasından sonra karşısına, yani şahsının değil de Devlet gücünün karşısına çakırıldığımı da gözden kaçırmış olacak ki, önüne gelen bilgiler arasında geçen "askerlik durumum" hakkında "ruhî ve fikrî durumum müsait değildi!" sözünün meyusiyetini, Avukat Hasan Ölçer ve Mustafa Saka'ya mühimsenmişlik psikolojisiyle olsa gerek, tasvir etme lüzumunu duymuş:
-"Askerlik işini sordum, boynunu büktü, "yapamadım efendim" dedi..."
Benim kendimi çok büyük gördüğümü söyleyen de o, boynu büküklüğümü söyleme ihtiyacını duyan da!.. Ama galiba en doğrusu şu ki, tabiî insan temayülü içinde görünmemi bana yakıştıramayanlar kendileri idi!..
Ve virgüllük vesileler etrafında, bağlı olduğum "Büyük İrşad Kutbu"nun bana misyonumu ihtarından başka birşey değildi bunlar!...
•
"Tilki Günlüğü", bir ruhi roman ve rüya tabirnâmesidir... Eşimle nasıl tanıştım?.. Gözü açık bir rüyanın tecellisi halinde!.. Aman efendim ne âlâka!... Dön dolaş aynı mesele!.. Soruşturmaya dikiz!..
İlk iki gün onların verdiği hiçbir şeyi yemedim ya... Sorgulama sırasında arkadaşlara şöyle aktarıyorlar:
-"Sizin verdiğiniz yemeği yemem, diye posta attı!"
Ne yaptıklarını sanıyorlardı acaba?.. Yoksa bana bakarken hayal mi görüyorlardı!..
•
Şubedeki hücrelerde kaldığımız zaman boyunca, garip bir durum... İşkenceciler gibi, gardiyanlık yapan polisler de, komünistlere karşı "Vatansız, Allahsız, Kitapsız!" diye güya hak kılıfına bürünerek işkence ve hitaba alıştıkları için, bizim karşımızda tuhaf bir duruma düşüyorlardı... Ve bizim namaz kılma isteğimiz, onları kendi çapları içinde iç kıpırtıya götürüyordu... Yine namaz için dışarı çıkarıldığımız bir seferinde, seccade olarak kullandığımız kartonlardan biri boşalsın diye beklerken, şu hitaba muhatap oldum:
-"Hem müslümansınız, hem de devletin polisine karşı geliyorsunuz; polis müslüman değil mi?"
Şartların beni mahkum duruma düşürdüğü yerde bunu kendi fikrî (!) üstünlüğüne hamletmeye hazır bu sefil nefs oyununa, fikrî şovenliğim katlanamadı ve sordum:
-"Kaç yaşındasın?"
-"Otuz!"
-"Bak bana nisahat etmek için kültürün müsait olmadığı gibi, yaşın da müsait değil !.. Bu tip şeyleri senle müsait bir zamanda konuşuruz."
-"Sen kaç yaşındasın?"
-"41 yaşındayım!"
-"Hiç göstermiyorsun!.. Ben senden daha kaba duruyorum!"
Lâf oradan buraya kıvrılmış ve ben boşalan bir kartona doğru yönelirken, "Domuz" sıfatına layık ve bunu isim olarak alması münasip bir gardiyan, "Kaba"nın yanına yanaştı... "Domuz", sesini işittirecek biçimde homurdanıyordu arkamdan:
-"Devlet düşmanı bunlar! Bunları yaşatmamak lâzım!"
Daha ziyade yaltaklanmak için, aşağıda duyduklarını veya kendi uydurduklarını yukarı kattaki sorguculara taşıyan gardiyanlar, herhâlde benim söylediklerimi de duyurmuşlardı ki, sorguya götürülen arkadaşlara bu husus şöyle aktarılıyordu:
-"Siz eğer müslüman olsaydınız, devleti korumazdınız, diye bağırdı!"
Gerçekte İslâmla hiçbir alakası olmayan bu adamlar, benim kendilerini müslüman olarak kabul etmeyişimin fenalığını (!) aktararak, sanki arkadaşlarım onları İslâmcı kabul ediyormuş gibi, akkıllarınca beni kötülüyorlardı!...
Hem de onlara işkence yaparken!...
Ne taktik, ne taktik!...
•
MÜMİNE, MÜMİN OLDUĞU İÇİN SALDIRAN, KAFİRDİR!.. Davası yolunda oluş zorluklarını sıçrama tahtası bilen biz, elbette iz süreceğiz!..
•
Fethullah Hoca'yı niçin sevmiyorum... Onun gazetesinde yazan Fehmi Koru isimli şahsı kim dövdü... İşin gülünç tarafı, MİT'te ve Siyasî Şube'de bu sorulara muhatap olurken, sanki İBDA-C örgütü bu suçları (!) işlemiş ve İBDA-C'nin varlık sebebi bu suçları (!) işlemek içinmiş gibi bir hamaratlık gösteriyorlardı... Oysa, her iki şahıs da benim haberdarlığım dışında, sadece gençlerin "MİT"çi ve "işkenbeci" diye nitelemelerinden tanıdığım, umumî bakış içinde de gençlere hak verdiğim insanlardı... Fehmi Koru'yu arkadaşları Nabi Avcı ve Ahmet Kot'u ekerek Zaman gazetesinde, gazetenin el ve görüş değiştirmesine rağmen kiralık bir vicdan olarak kalmasından, bunu da Eskişehir'den tanıdığım -şimdi doçent- Nabi Avcı'nın tanıdıklarından duymuştum ilk önce... Takip etmediğim iki gazete: Milli Gazete ve Zaman gazetesi... Eski Milli Selamet Partisi ve yeni Refah Partisi'nin yayın organı olan Milli Gazete; önce İrancı kesimin ve şimdi müslümanları devletin payandası yapmak isteyen Zaman gazetesi... En umumî bakış içinde tabiî olan bu bilgi bile, her gittiği yerde ondan görünebilmeyi başarmış olan insan keyfiyetinin ne olduğunu gösterir... Her neyse ne: Fehmi Koru isimli kişi, Ak-Doğuş aleyhine yazı yazmış... Ali Osman Zor ve İbrahim Kapucu isimli gençler de onu hastanelik etmiş... Kaya Balaban bunu havadis olarak bana söylemişti... Ben de "Tilki Günlüğü"ne yazmıştım... Süper istihbaratçılar da (!) bunu okumuşladı... Ve beni bir türlü kalıba dökemedikleri için, iş döne döne bu virgüllük bahislere dökülmüştü!..
•
Dikkatimi çeken hususlardan biri de, ne Mit'te ve ne de Siyasî Şube'de sorgulamayı yapanlardan hiçbiri, fikir plânında hiçbir şeyden haberdar değillerdi... İBDA-C örgütü diye bir davaya balıklama dalan adamlar, İBDA'nın kitabî yönünde tam bir cahil idiler... Adeta, mikrobu bilmeden doktorluk taslamak gibi birşey... Bütün bilgileri, gazete haberleri çevçevesinde idi; ve gazete okuyucusu olarak-ki gazeteleri de ne kadar okudukları meçhul-, devşirdikleri haberleri istihbarat yapmış gibi topluyor, bir zaman sonra da bunları istihbarat teşkilatının çalışması diye basına veriyordu... Seneler senesi bir takım uydurma örgüt isimleri ve örgüt değerlendirmelerinin ortada dolaşmasının sebebi buydu; ve bu husus istihbarat güçlerinin ne kadar yavan bir çehresi olduğu babında benim senelerdir arkadaşlarıma söylediğim tesbitti... Sorgulamalarım sırasında da bunu aynen gördüm!..
•
Siyasî Şube'deki hücrede, sabaha karşı bir ses duydum ve her zaman olduğu gibi "kimi götürüyorlar" diye kulak kesildim... Davut'un olduğunu sandığım bir ses, orada tavla oynayan gardiyanlara, benim "Tilki Günlüğü" hakkında aklınca caka yapıyordu:
-"Üf birader!.. Bir gecede tam 15 cilt kitap okudum!"
Kaç türlü palavra bir arada... Bir gecede 15 cilt kitap okuyanı ilk defa duyuyordum ki, bu soydan bir palavrayı yutmak için muhataplarının ne olduğunu varın siz hesap edin!... Ve okuyana(!) bakın ki, attığı palavra çapına nisbetle, romanın aslı ile müsveddeleri arasındaki farkı görecek kadardahi ilgili değildi!...
•
"Tilki Günlüğü"nde geçen isim ve hadiselerin, roman ve tabir esası üzerinde verildiğini ve bu bakımdan delil kıymeti olamayacağını en odun kafalının bile anlayabileceği şekilde ileri sürmeme ve az-çok bunu anlamalarına rağmen, yine de onu "örgüt eylemlerinin günlüğü" olarak ele almakta ısrar ediyorlardı... Kanguru hikâyesi... Ve meslekî başarı hırsı, hakikatin ne olup ne olmadığını umursatmıyordu... Büyük ahlâksızlık... Adalet sisteminin hangi temele dayandığına dikiz!.. Bu cümleden olarak, "Tilki Günlüğü"nden bir sayfa göstereyim ki, siz de anlayın:
-"İstanbul Cumhuriyet Savcılarından İsmet Işık, önceki gün Kalamıştaki evlerinin önünde saldırıya uğrayan oğlunu tartaklayarak üzerindeki 16 milyon lirayı alanların "aşırı dinci" olduğunu öne sürdü... Yavrusunu tepeleyenler, "İslâmcı Gençlik" diye bir de not bırakmışlar... Kasım ayında Sultanahmet'te İslamcıların yapmış olduğu gösteriden sonra gözaltına alınmasıyla ilgili soruşturmayı yürüten savcı, "esas hedef bendim!" diyor... Nasıl da biliyor!"
Bu hususun sorgusu MİT'te başladı... "Şef" ve "Hoca" bunu benim yaptığımı itiraf ettirmek için, zekice (!) sorularla sıkıştırıyorlardı (!)... Kendimi ellerinde savaş esiri kabul edebilirdim; bu ayrı dava... Ama ilkellikleri karşısında çektiğim sancı?.. Benim yapmadığım durumda da, etrafımdakilerden biri, mesela Kaya Balaban yapmış olabilirdi:
-"Kaya'yı yolladın gasp yaptırdın; paranın yarısını da ona bıraktın!"
Eğer bunu itiraf edersem, bana dokunmayacaklarını temin ediyorlardı... "Şef", itiraf etmem için yamanlığını sergiliyor... "Kendimi kurtarmak için arkadaşlarıma iftira mı atmamı istiyorsunuz?" dedim... Biraz önce bana vaadde bulunanlar kendileri değilmiş gibi, Davut atıldı:
-"Yoo!.. Kendini kurtarmak falan yok!.. Senin işin bitti artık; yolun sonuna geldin!"
Yeminle söylüyorum, içimden "onu Allah bilir!" zevkiyle birlikte, "yolun en güzel başı şimdi başlıyor!" düşüncesinin şevki geçti !..
"Tilki Günlüğü"ndeki aynı hadise, Siyasî Şube'de de popülerliğini korudu... Oysa o hadisenin doğruluğunu tespit etmek o kadar kolaydı ki!... Mağduru çağırır hemen teşhis ettirirdin... Ama o zaman işkence yapma zevkini tadamazlardı ki!.. Üstelik, sonradan bizzat soruşturma tutanaklarından öğrendiğime göre, gaspı gerçekleştiren adamın el yazısı ile benimkini karşılaştırmışlar ve yazıların birbirini tutmadığını tesbit etmişler!... İşkencelerden sonra!..
•
İşkence, işkence... Dava adamını bilemekten başka ne işe yarar?.. İntikam duygusunu beslemekten?.. Dava, ona katılanların kanları ve canlarıyla denendiği zaman, gerçek hayatiyetini de gösterir!.. Dava, dava adamından, her şart altında mânâsını su yüzünde tutup boğulmamasını ister... Napolyon hakkında söylenen bir söz:
-"Napolyon, bir teorisyen değil, teorinin tâ kendisiydi!"
Daha 1981'de "Necip Fazıl'la Başbaşa" isimli eserde Necip Fazıl'ın ağzından söyledim, o güne kadar ve bugüne kadar yaşadığımı:
-" Yaptığın işin yerini ve değerini bilerek, üzerinde tekrar tekrar durup yeniden heceleyerek, en küçükten kıvamlana kıvamlana sıra ile oluş prensibiyle hareket et... Aktüaliteye kapılıp yarınsız davranmayacağın gibi, bu günün hakkını vermeden de yarının hayâl olduğunu bil!.. Hiçbir zaman hedefi kaybetmeksizin, (ki, bunu ne kadar tekrar etsek yeridir, çünkü iğdiş edilmiş kafaların hiç anlamadığı şeydir bu), hedefe giden yolda şahsının sadece bir vasıta olduğunu idrak et ve istidadının gereğini yerine getirme sorumluluğunu gözden kaçırma!"
Bu mevzuda ne kadar örnek olup olmadığımın takdiri elbette sadece bana ait değil!..
•
Söz Napolyon'dan açılmışken, büyük aksiyon adamları için mevziî mahkûmiyetlerin ne mânâ ifade ettiğini de, yine ondan göstereyim...Yine"Necip Fazıl'la Başbaşa"dan, 1981 mevsimine ait, yine Necip Fazıl'ın ağzından ifadelendirdiğim bir sahne:
-"Bir misâl de Napolyon'dan; Elbe adasına sürgün olarak gönderilirken, geçtiği köylerde tanınmamak veya yol üzerindeki beş-on köylünün hakaretamiz tavrına maruz kaldığı veya kalmamak için, arabacıyla yer değiştiriyor; arabacının yerinde o, onun yerinde arabacı. Büzülmüş ve gururundan, haysiyetinden geçmiş bir Napolyon. Sonra malum, Elbe adasından kaçış ve üzerine gelen koca orduyu teslim alış; ne korkunç bir gözükaralık ve aksiyon vecdi. Dikkat ediyor musun?.. Hedef bilindikten ve belirlendikten sonra, insan oraya giden yolda adeta akan su gibi olmalı; her zerresiyle... İşte tuttuğun mevziî terketmemek için alman ve çevreye sıçratman gereken pay!... Ne yap yap, korunacağın veya fedakârlık yapacağın şeylerin, hedef uğrunda olduğunu bil."
Çetin menzillerden geçtik... Ve tasvirinde olduğumuz son halka... Şimdi iş, -inşallah- inkılâpta!..
•
Papaz yerinde, imam niyetine bir herif... Kokunun bir türlü objeleştirilememesi ve objeleştirilemeyeceği hakikati çerçevesinde, el attıkları her şeyde akamete uğrayan işkenceciler, en sonunda bana Hıristiyan papazlarının "günah çıkarma" işini İslâmî bir kisve ile yürüten herifi musallat ettiler... "Cuma namazındaki pankartlar, hadiseyi benim tertip ettiğimi gösteriyordu; orada silâh kullanan kimdi?.. Savcının oğlundan parayı gaspeden kimdi? Nazif Keskin'e silâh verdiğimi neden inkâr ediyordum?.. Ramada otelini kim bombalamıştı?.. Fatih'te yılbaşında iki yeri dinamitleyen kimdi?.. Milliyetçi Çalışma Partisi'nde Alpaslan Türkeş'in yerini alacak kişi diye bilinen Muhsin Yazacıoğlu ile ilgim neydi?.. Eski Danışma Meclisi Üyesi ve Şimdi Mazlum-Der Başkanı olan Mehmet Pamak'la ilgim neydi?.. Kıvam Hukuk Bürosu vasıtasiyle nüfuz ettiğim Hukukçular Derneği'nde kimleri tanıyordum ve ne yapmak istiyordum ?.. Turan Dursun'u kime vurdurmuştum?.. Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Profesör Muammer Aksoy'un öldürülmesini kime emretmiştim?.. Kuveytlilere işkence yapan Saddam Hüseyin'i tutarken, niçin Amerikayı sevmiyordum?. Benim etrafımda bir takım büyük bürokratlar bulunduğunu tesbit etmişlerdi; onlarla olan ilişkimin mahiyeti ne idi?.. Legal siyasî parti kurmaya niyetim var mı?" gibi binbirinci defa sordukları suallerden sonra, artık yolun sonuna gelmiştim... Yolun sonunda da, papaz rolünde imam niyetine o herifle başbaşa bırakıldım ve bana telkine (!) başladı:
-"Bak Salih, müslüman yalan söylemez!.. Sen artık yolun sonuna geldin ve şimdi sırat köprüsünden geçeceksin!.. Ya herşeyi itiraf edip de tertemiz olarak karşıya varacaksın, veya aşağıya düşüp cehennem ateşinde yanacaksın!.. Allah günahlarını affeder, ne biliyorsan anlat!.. Yalan büyük günahtır!.. Allah'ın huzurunda yalan söylenmez!"
Salaklığın bu türlüsü ve bu kadar salakça bir yolla itirafa sürüklemeye çalışan adamı kullanan devlet anlayışı karşısında, lisan netsin neylesin ?.. Kısaca "söylenecek birşey yok!" dedim... "Cuma namazında senin silâhınla ateş edildi; onu söyle bari!" diye, "ne koparsam kâr!" cinsinden soruya da menfi cevap alınca, yanımdan defolup gitti... Yanıma gelen iki kişi, beni başka bir yere götürdüler... Acı duygusuna karşı müthiş bir kanıksamışlık ve bunun neticesi umursamazlık içindeyim... Dramatize etme hissinden alabildiğince uzak bir lisanla kuru kuru rapor etmem gerekirse: Odun-cop karşımı bir cisimle dövüldüm ardından haya sıkma faslı, ihtimal sular kesik olduğu için tas tas dökülen soğuk suyla yıkandım, dört kere ceryan verme... Böylece işkence seansı tamamlanmıştı!..
Dikkat edin, "soruşturma tamamlandı!" demiyorum; "işkence seansı" diyorum... Çünkü soruşturma bittiği hâlde, işkence faslında eksik kalan kısımları da yerine getirerek, usul eksiksizliğine ermişlerdi!..
Bu hususu bilhassa kendileri adına soruşturma yapılan savcıların vicdan, ahlâk ve hukuk haysiyetlerine sunuyorum!..
•
İşkence seansının tamamlandığı 5. gün, son fasıldan sonra bir müddet titremeye terkedildim... Öyle hissizleşmiştim ki, ne kadar becerebildim bilmem!.. Giyinmemi söylediler ve beni bir odaya alıp, masa başına oturttular... Masanın etrafında da bir takım malûm ve gayri malûm şahıslar... Çay ve sigara ikram ettiler... Mülâkat ve sohbet yapar havası içinde, konuşturmaya çalışıyorlar... Sordukları sualler, bir-iki ay önce bana cevaplandırmam için sualler yollayan Milliyet Gazetesi'ndeki Rafet Ballı isimli bir gazetecinin sorduğu sualler... Ya evdeki suallerin bulunduğu kağıtları aldılar, veya... Bu "veya" hakkında biçtiğim hüküm, hafızamda mahfuzdur!..
Ahmaklığın çapına bakın ki, hiçbir şey olmamış ve hiçbir şey yokmuş gibi, kendileriyle samimi bir hasbihal yapacağımı sanıyorlardı ve benim tatsız-tuzsuz baştansavma laflarım sükutu hayale sebep oldu... "Hoca", her zamanki hıyarlığıyla, "Nokta" dergisinde çıkan mülakatım ve orada "yaman", tasvir edilişimle ilgili olarak:
-"Bak orada nasıl konuşmuşsun!.. Yüksek sesle güzel güzel konuş da, biz de dinleyelim!"
Hele benle böyle konuşan şu herife bakın... İşkencecilerden tanıyabildiğimiz bazılarının, gözlerimiz açıldıktan sonra, kendilerinin işkencecilerden olmadıklarını göstermek için nasıl köpek gözlerle merhamet dilenip titrediklerini, yaltaklandıklarını, paniğe kapılıp usulca sıvıştıklarını göreceksiniz!.. Bunlar, bir takım cinsi sapıklar gibi görünmeyen plânda ve hâllerine uygun aktiviteye geçebilen sakat tipler; ve toplumun selâmeti için, kökünden kazınması gereken!..
Bana sordukları suallerden biri de, "Ağır Sanayi hamlesi"nden bahseden MSP'yi niçin desteklemediğim... Baştansavma bir cevapla "mümkün değil" dedim... Nasıl bir sanayi olabilir?.. "Tarıma bağlı sanayi!" diye, lâfa lâf bir cevap... Hoş ben ciddi ciddi anlatsam, sorduğu sualin lâyık cevabını, olmayan beyinlerinin neresine yerleştirecekler ki?... Anlatıp da anlatmamış olmaktansa, "ahmaktan kaçınız!" hükmünce hiç muhatap almamak ve onları kendi çaplarının memnuniyeti içinde lâımlarında bırakmak,-zaten normal şartlardaki tavrım iken , burada tam münasip değil mi?..
Gözlerime bağlı bantın kafamı sıkıp zonklatan ipini gevşettiler ve taşıyamadığım kafamı masaya dayamama müsaade ettiler; ama tatsız konuşmacılarını tatlandıramadılar... Ve buradaki çilemi tamamlamak üzere hücreye yolladılar!..
•
Psikopattan bahsetmiştim... Ondan en çok yılanlardan biri, birkaç hücre gezdikten sona benimkine konan, Dev-Sol sempatizanı Rıza isimli gençti... Pisikopat, durup dururken rastgele bir hücrenin kapısını açıyor ve içerde yatan Rıza'yı görüyor; başlıyor vurmaya... Sonra o hücreye dayanıyor... Benim hücreye geldiği zaman da aynı şeye niyet etti ama, dövmedi... Rıza, Psikopattan o türlü yılgın ki, kedi görmüş fare gibi bir reaksiyonda... Bir seferinde onun dışarıdaki pis geğirmelerinden varlığını anlıyınca, bana mahzun bir şekilde şöyle dedi:
-"Ağabey, bu adam beni görür görmez saldırıyor nedense!"
Devlet, devletliğinin görünmesini onlara ısmarlamıştı da ondan!
Rıza, Küçük Armutlu denen meşhur gecekondu bölgesinin çilekeş gençlerinden... İnsanlık dışı şartlarda yaşanan ve ikidebir polis baskınına uğrayan bölgeye, ben Siyasî Şubede iken söylendiğine göre 5.000 polisle operasyon yapılmıştı... Daha önce oraya yapılan operasyon sırasında halkla çatışma çıktığı için, Siyasî Şubede'de polisler yine çatışma olabileceğinden bahsediyorlardı... Ve o gece, yanılmıyorsam 300 kişi yakalamışlar, zamanla hücrelerde -yanılmıyorsam- 35 kişi kadar insan kalmıştı... Rıza ile konuşurken, sarılabilecekleri hiçbir ip kalmadığı için, solun değerlendirebileceği bir malzeme durumuna düştüklerini görmüştüm... Temiz, hissî ve tahsilli olmadığı hâlde kültür çizgileri olan bir genç... Daha önce hücresinde kaldığı Harun Yüksel'i pek sevmişti... Beni de sevdiğini sanıyorum... İslâmcı camianın bizim çehremizden temaşası, onu fikren ve ruhen etkilemişti... Yukarıda "vatansız Allahsız, kitapsız!" diye bir takım sapıkların işkencesine maruz kalırken, bizim de işkence görmemize önce pek şaşmış, sonra da işi farkederek onları "İslâmı istismar eden Amerikan köpekleri, İslâm düşmanları!" diye niteler olmuştu... Namaz zamanı ben uyuyorsam, "namaza çıkıyorlar!" diye beni uyandırıyor, hücrede namaz kılacağım zaman da gerekli tertibe titizlik gösteriyor, "Allah kabul etsin Hocam!" temennisinde bulunuyordu... Birgün latife kılıklı, "Rıza, biz çıkarken namaza sende gel!" dedim ve gayet içli şu cevabına muhatap oldum:
-"Doğru Hocam!.. Boşuna vakit geçiriyoruz!"
Bizden birkaç gün önce Şube'den çıktı... İslâm devrimcilerinin çehresini az-çok tanımış olarak!...
•
Muammer Şimşek isimli genç... Karşımdaki hücrede kalıyordu... O kadar korkunç bir işkenceden geçmişti ki, belden aşağısı tutmuyordu; dizlerinden ayaklarına kadar olan kısım tamamen devreden çıkmıştı... O hâliyle Şube muamelelerini tamamlamak için yukarı götürülürken ve tuvalete çıkarken, arkadaşlarının yardımına muhtaç... İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanı, acaba bir kerecik olsun buralara gelmiş miydi?.. Elbette hayır!..
Bu memlekette, ismi ve makamı her ne olursa olsun, "İşkence yapılmıyor!... Her meslekte, bir takım yanlışlıklar yapan olur!" teranesini tekrarlayan adam, tek kelime ile nesebi belirsiz bir orospu çocuğudur!...
•
İşkenceciler için mühim olan, dışyüzde ve Adli Tıbba giderken iz kalmamasıdır...
Ve bu yüzden, işkencehanelerden geçen binlerce insanda sonradan vahim hastalıklar da çıksa, bunların hesabının sorulabileceği hiç bir kanuni merci yoktur... O zaman da iş, doğrudan doğruya silahla hesap sormaya kalıyor... Ve bir takım kiralık ağlayıcılar başlıyor makam tutmaya:
-"Filan yerde teröristler bir can aldı; bir kadın dul, üç çocuk yetim kaldı!"
•
İşkencecilerde vicdan aramayın... Ama bir simitlik bir nefsî menfaate hâlel gelme durumunda, panik kafdağı; bunlar, ekmeğini işkenceden çıkaranlar... Bu cümleden olarak, elektrik verme safhasında böbreklerini sakatladıkları bir gence, köpekler gibi yaltaklanıp kuyruk salladıklarını gördüm... İlaçlarını vaktinde alıyor muydu, yemek istediği birşey var mıydı, acaba hücreden çıkıp hava almak ister miydi?..
•
Hücreye Beykoz'dan Dev-Sol sempatizanı bir genç getirdiler... Filistin askısı, tazyikli soğuk su, elektrik, cop faslı, tekme tokat gibi, oraya gelenlerin başına gelenlerden geçmiş bir genç... Büyük bir şok yaşıyordu... Tecavüz etmekle tehdit etmişler ve tehditlerini pekiştirmek için fiiliyata geçer gibi yapmışlardı...Aslında bu adamlar fırsat bulsalar aynı şeyi birbirlerine de yaparlardı... İşi tehdit plânında bırakmaları, elbette ahlâki telâkkîlerinden değildi... O genç, müthiş hayretler içinde kafasını iki yana sallıyarak tekrarlıyordu:
-"İnanamıyorum ağabey!... Bu insanlar karılarına-çocuklarına kanlı ekmeği nasıl yediriyorlar...
Karıları-çocukları bu pislere nasıl sarılıyor?.."
Büyük muamma!.. Veya şu basit hikâye:
-"Davul dengi dengine çalar!"
-"Davul dengi dengine çalar!"
•
"Devletin gücü herşeye yeter, devlet güçlüdür!" diyen Davut'un nakaratını ve "bir yerde devlet, devletliğini gösterecek!" diyen umumî kereste yığınını hatırlıyorum... Ve bu sürfelere değil de, devletin gücü ve devletliğini göstermeyi bunlara terketmiş gûya iktidar sahibi iktidarsızlara bakıp, hiç üstlerine alınmayacaklarını bildiğim bir dilden hitabediyorum:
-"Devlet devletliğini işsizliğe, yolsuzluğa, bakanlardan başlayan büyük hırsızlığa, hastahane kapısında bekleşen hastaların çaresizliğine ve daha neye ve neye karşı göstermiyor da, iş kala kala işkence ve ahlâksızlık plânında temayüze mi kalıyor?"
Bir gece, hücrede, bir kadıncağızın, "köpek!... Çek elini hayvan herif, ahlâksız!" diye bağırdığını duydum...Sahipsiz addettikleri bir kadına, -soruşturma ya!- elle sarkıntılık ediyorlardı; hem de gardiyanların işi soruşturma değilken.... Maksat pislik olsun!.. Sonradan öğrendiğime göre, gecekondu bölgesinden getirilen bir masumdu o kadıncağız!..
•
Küfürün bini bir para... Namus üzerine tehditler hudutsuz... Bunlar her ne kadar benim için sözkonusu olmadı ise de, bizzat şahit olduğun ahlâksızlıklar... Bir seferinde, kükrer gibi hırlar gibi seslerle "hayt, hayt!" diye nara atan -en az 60 yaşlarında olduğunu sandığım- bir hayvan, "bugün formunda görünüyorsun!" diyen Yalak'ın iltifatını doğrulamak istercesine, yan odaya getirilen kurbanına aynı iştiha sesleriyle saldırdı:
-"Ulan şan olsun diye senin g........... s..........!"
Yanlarındaki "nazenin" hatunlarıyla yağlı sofralarda arzı endam eden beşuş çehreli bakanlardan, bütün etkili ve yetkili şahıslara ve işkencehanelerdeki köpeklere kadar herkes, bu tezgâhlardan geçen insanların onların nereleri hakkında ne düşündüklerini ve fırsat düşünce ne'tçeklerini anlasınlar... Bir gece, yukarıdaki tezgahtan geçtikten sonra hücreme getirilen hiç bir suçu bulunmayan bir genç, sözü kinine erişmeyen bir heyecanla:
-"Ağabey bunları öldürmek hiçbir şey değil!... Vallahi elime fırsat geçsin, kazığa oturttururum!"
•
Bir gece saat 21 sıralarında kapı açıldı ve içeri "evlatçık" denilen tipten, temiz, masum, ömrü boyunca belki hiç kimseye bir fiske vurmamış ve vuramayacak bir genç koydular... Öyle şaşkın ve heyecanlı bir hâli vardı ki, bana "ağabey acaba beni niye buraya getirdiler?" derken dudakları titriyordu... Niye getirdiler?.. Arkadaşlarıyla sinemadan çıkmış, daha 50 metre gitmeden, yanlarında duran bir ekip arabasından inen iki polis hiç sebepsiz "binin arabaya!" demiş... 8 milyonluk İstanbul'da binlerce insanın başına gelen iş... Arabada giderlerken, polislerden biri öbürüne, "istersen birkaç kişi daha alalım!" diyor ve öbürünün isteksizliğine rağmen "canım sıkılıyor!" kaydıyla kaldırımda yürüyen birinin yanında arabayı durduruyor... Ve birdenbire tekme tokat girişerek onu da alıyorlar... Neticede o yanımda... Talebe mi, yoksa bir işte mi çalışıyor?.. Triko üzerine çalışıyormuş, ortaokul mezunu imiş... Evden işe, işten eve bir ana kuzusu hâli var... "Ah, annemin babamın haberi olsaydı!" deyişi var ki, içime dokunuyor... Benim yazar olduğumu öğrendiğinde gösterdiği tepki ise, harika:
-"İnanamıyorum, sizin gibi bir insanı buraya getirip nasıl işkence yapabiliyorlar!"
Getirildiği gecenin sabahı, yiyecek, içecek almak için gelen adam dolayısıyla kapı açılınca, Psikopat da onun yanında göründü... Ve "Evlatçık"a bir tekme atarak sordu:
-"Seni niye getirdiler?"
-"Bilmiyorum ki..."
-"Bilmezsiniz zaten !.. İbne polis değil mi?"
Bir tokat daha... Ve öğlene doğru çocuğu saldılar!..
Bu hadiseyi anlatmaktaki gayem şu: Binlerce insanın yaşadığı, ama 8 milyonluk İstanbul'un curcunası içinde herkesin şuur altına yerleşirken, kimsenin göz plânına dikip de "bu, toplumun sistemli olarak polis baskısı altında tutulması bakımından göz yumulan davadır!" demediği meseleyi belirtmek... Bu mesele, elbette sadece İstanbul'a, Ankara'ya ve İzmir'e ait değil, bilhassa Anadolu'ya aittir!..
•
Ali Osman Zor... Artık tekrarlamaya ihtiyaç duymadığım işkence faslından sonra, aşağıya, hücresine getirildiğinde, Psikopat espri yapıyor:
-"Sıhhatler olsun, yıkanmışsın!"
Bir başka seferinde Namaz için sunturlu bir küfür savuran Psikopat, sonradan yumuşayıp da hücre kapılarını açarken şöyle diyordu:
-"Namaz kılacak olanlar camiye; papaz isteyen varsa, papaz benim!"
•
İşkencecilerin, meslekî başarı hissi içinde davrandıklarından ve "kanguru" hikâyesinden bahsetmiştim... Zorlamalarla işi kitabına uydurmak, örgüt mantığı vermek için hakikati tahrif ederek seçme yapmak... "Seçme yapmak" diyorum; çünkü "Tilki Günlüğü"nde geçen hadiselerde yüzlerce isim var ve elbette kendi isimleri de bunlardan biri... Ama adam ille işine gelen ismi seçip, onun hadisesini gerçek gösterme peşinde... İbda'ya bağlı gençlerin çıkardığı bir sürü dergiden bahsediyorum, ama onlar ille "Atatürk düşmanı" Ak-Doğuş üzerinde ve benimle organik bir bağ içinde gösterme peşinde... Nitekim, Üstadım'ın şimdiki Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a yolladığı mektup, Savcı'nın önüne götürülmedi; çünkü , soruşturma mantıkları içinde Birinci Ordu Komutanlarından emekli Orgeneral Faik Türün ve Turgut Özal'ı da, İBDA-C örgütü militanı olarak sorguya çekmek icab ederdi!..
Bu meseleyi de anlatmalıyım... Evde, üzerinde "Salih'e verilecek" notu bulunan beş-on sayfalık birşeyler bulmuşlar.. O notlar, üstadım'ın Turgut Özal'a iletilmek üzere Özel Kalem Müdürü Akgün Albayrak'a dikte ettirerek ilettiği, parti kurma meselesi ile ilgili... 1983 senesinde söz konusu olan dava... Üstadım'la beraber görüşmeye gidecektik vesaire... Üstadım, onun mukaddemesi hâlinde o notları iletmişti... Ve bir müshası da bendeydi... Evdeki aramada onu bulmuşlar.. Bana sorduklarında hadiseyi hikâye ettim. "Faik Türün'le ilişkin ne, görüşüyor musun?" suâline, "hayır!" cevabını verdim... İşin fazla üzerine gitmedikleri gibi, o notları ne Savcının önüne götürdüler ve ne de iade ettiler... Biline !.. Niçin?...
•
İfâde faslı... Gözlerim bantlı olarak, ifademi yazıyorlar... Sonuna doğru gözlerimi açtılar.. Güya işkencecilerden farklı bir ekip... M.... S...., güya benim ağzımdan yazdırmaya devam ediyor.. Devlet Güvenlik Mahkemesi Soruşturma Savcısı Mustafa Emre'nin de söylediği gibi, içinde bir sürü saçma sapan söz... Sonradan Savcıya ifade verirken anladım ki, ifademin ön tarafını kendileri doldurmuşlar, gözlerim bağlı olarak alınan ifadem ve gözlerim açıkken alınan kısım; üç ayrı ton... Mahir Seçer, babacan mı babacan, şeker mi şeker... Bana nasihat ediyor:
-"Ne büyük hata yapmışsın!.. "Tilki Günlüğü" silâhların çıktığı çantada olmasaydı, ona bakmazdık bile!"
-"Yakınlarım o romana ne kadar kıymet verdiğimi bildiği için onu kaçırdı!... Siz, onun roman olduğunu bile bile, eylem günlüğü olarak gösteriyorsunuz!"
-"Roman olduğunu biliyoruz ama, biz ne yapalım?.. Yemin ederim ben sana senden daha çok üzülüyorum!.. Bu benim ekmek param; ben çoluk çocuğuma bakmak zorundayım... Komünist de gelse ben bu işi yapacağım, siz de gelseniz bu işi yapacağım, bu düzen devam ederse de bu işe devam edeceğim!"
Söylenebilecek ne var?.. Ve bu keyfiyeti daha fazla anlatmakta ne fayda?..
•
Siyasî Şube'de gardiyanlık yapanların pek şeker göründükleri bir hadiseyi de anlatayım.. Bir gece saat 22 sıralarında iki kişi getirildi... Yahova şahidi, genç bir kızla, genç bir erkek... Gecenin ilerleyen saatlerinde, onları hücreden çıkardılar ve çay-sigara ikramı içinde sohbet... O ayı seslerden eser yok.. Ve içlerinde hiç biri, kızın söylediklerine cevap veremiyor... Yeni gelen birine, "gel sen konuş, hepimizi susturuyor!" diyorlar... O da çuvalladı... Ve neticede aynı centilmenler, sabaha karşı onları hücreye koydular ve sabah saldılar... O sabahın gecesinde ise, yılışık bir ses, arkadaşına sesleniyordu:
-"Galiba karı getireceklermiş!"
•
MİT ve Siyasi Şube'de 16 gün kaldım... Cuma günü Devlet Güvenlik Mahkemesine sevkedeceklerken esasında kanunî müddetin 15 gün olması bakımından zorunlu olarak sevketmeleri gerekirken, büyük gösteriler olur kaygısıyla Cumartesi gününe ertelediler... Ve o gün, yanımdaki 16 kişi ile sevkedildik... İşkencecilerden olduğunu tesbit ettiğimizi bilmeyen polislerde, abartılı bir yumuşaklık, şirinlik... Gözgöze gelmekten ve bakışmaktan, özellikle peylenme korkusuyla kaçıyorlar.. Hele savcılıktaki ifadede, savcının yanından çıkan arkadaşlardaki rahatlık ve "salınacağız!" havasından sonra, bir takım mazeret tedarikiyle tek tek sıvışma ve panik hâlleri, doğrusu görülmeye değerdi... Kırmızı görmüş boğa gözlerle karşı karşıya kalmakla, gözleri bağlayıp işkence yapmak ve yiğitlik taslamak, elbette bir birine benzemiyordu... Hele sümük bıyıklı ve sümük tipli biri vardı ki, resmen sarardı ve fenalık geçirecek gibi oldu... Oysa o değil miydi bana, "sen sahtekârın birisin?" diyen orospu çocuğu?...
•
Hâdiseleri dramatize etmekten ve acıklı bir dil kullanmaktan ne kadar kaçındığıma dikkat etmişsinizdir... Bu hâleti ruhiye, bende her zaman geçerli oldu... Adlî Tıbba sevkedildiğimizde, pırıl pırıl genç bir doktor, bizi getiren polislerin "toplu olarak şöyle bir bakın, hiçbirinde birşey yok zaten; savcı da acele ediyor!" sözüne karşı, şöyle dedi:
-"Öyle toplu olarak bak filân hikâyesi yok!... Bu iş savcı'nın işi değil ki?"
Benim "İşkence" hikâyesine karşı hep kayıtsız kalınışını bildiğim için "hiçbir şeyim yok!" dememe rağmen, ısrar etti:
-"Söyle söyle!.. Ne varsa söyle!"
-"Pratik bir kıymeti varsa söyleyeyim; kafamı yardılar!"
-"Bakayım, bakayım!"
Sadece birini söyledim ve bana 5 günlük rapor verdi... Herhâlde rapor alma niyetiyle davransaydım, bir aylık rapor alırdım... O "beş gün!" lafını duyunca, içerdeki polisin nasıl titrediği görülecek şeydi... Doktorun gözünden kaçmadı:
-"Hiç bakma öyle, raporu verdim!"
Arkadaşlardan Mevlüt Koç'un göğsünde kırık olması ihtimalinden dolayı film çekilmesi gereğinden bahseden Doktor, herhâlde bizim ne kadar safça davranacağımızı bilemezdi... Çünkü, Mevlût Koç Doktorun yanından çıkar çıkmaz, polisler yalanıyla, diğer arkadaşların muayeneden geçmesini beklemeden bizi bir arabayla kaçırdılar... Ben, Harun Yüksel ve Mevlüt Koç... Devlet Güvenlik mahkemesi'ne geldiğimiz zaman, Savcı'nın beklemesi diye bir şeyin sözkonusu olmadığını anladık... Ve Bayrampaşa Ceza ve Tutukevi'ne getirilişimizden ancak 20 gün kadar sonra Mevlüt Koç'un filmi çekildi... Ayrıca o doktor gitmiş, yerine gelen Doktor da "birşey yok!" kaydıyla sadece 3 günlük rapor verdi!.. Polisin kanundışı işleriyle uğraşacak olan şikâyet merciî ne?..
•
Devlet Güvenlik mahkemesi"nden 17 arkadaştan 11'i tahliye oldu... Ben, Harun Yüksel, Mevlüt Koç, Ali Osman Zor, Süleyman Dal ve Bilâl Saylak tutuklandık... Bizi çaktırmadan Cezaevine götürmek isterlerken, dışarda aniden flâşlar patladı ve resimlerimiz çekildi... Arkadaşlarımızın çektiği resimlere, işkencecilerden "At Hırsızı" ismini taktığımız biri ile birlikte, İsmail isimlisi de girmişti... Ve geleceğin meçhulü içinde kimbilir hangi sabitler var?.. Kader!...
4. LEVHA
BİRKAÇ MİSÂL
Mart ayının 20'sinde gazetelerde çıkan bir haber, aslında işkence endüstrisi elemanlarının durumunu bütün gülünçlüğüyle ortaya koyuyordu:
-"Mart ve Mayıs aylarının eylemci örgütlerin intikam ayları olduğu belirtilerek, polis teşkilâtı uyarıldı. Polislerden daha dikkatli olmaları, kalabalık yerlerde hassas davranmaları istendi. İstihbarat uzmanlarının, yeniden toparlanmaya çalışan örgütlerin Mart ve Mayıs'ta bir dizi eylemlere girişeceğine dair ihbarlar aldığı yolunda emniyete bilgi verildi. Emniyet Genel Müdürlüğü de, teşkilâta bir duyuru yaparak, polislerden kendi güvenliklerini kendilerinin sağlamasını istedi ve eve giriş-çıkışlarda, kalabalık yerlerde daha hassas davranması istendi. Özellikle siyasî polislerin içtimaî hadiselerde kendilerini belirleyici hareketlerden ve konuşmalardan kaçınmaları gerektiği belirtildi."
İşkencecilerden biri bana, işkence yaparken "her şeyin bir bedeli var!" diyordu... İşkence yapmanın da bir bedeli olmalı!
•
"Parça bütünün habercisidir!" ya, işkence yaygınlığından göstereceğim birkaç örnek, su yüzüne çıkmış ve arkası takip edilebilmiş hakikatler olarak, o yaygınlığa ait tam bir fikir verebilir... Bunların istisna olmadığının canlı binlerce şahidinden biri de benim!..
•
Üniversite öğrencisi Birtan Altınbaş'ın Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından 9 Ocak günü gözaltına alındıktan kısa bir süre sonra şüpheli bir biçimde ölmesi, Ali Rıza Ağdoğan'ın geçen hafta Beyoğlu Emniyet Amirliği'nin dördüncü katından "anlaşılmayan bir şekilde düştükten birkaç gün sonra ölmesi", gözaltındaki insanların can güvenliği olmadığı mevzuunu yeniden gündeme getirdi.
Türk hükümeti, imzaladığı "işkenceye karşı sözleşme" gereğince, dört ay önce Birleşmiş Milletler'e sunduğu raporda, "İşkenceden öldüğü iddia edilen birçok kişinin, aslında AIDS ve tüberküloz gibi doktor raporuyla kanıtlanmış hastalıklardan öldüğünü" öne sürmüştü. Ancak, resmî açıklamalarla (yani resmî yalanlarla), çeşitli kazalar, hastalıklar sonucu öldüğü açıklanan gözaltındaki birçok kişinin, aslında "işkence" sonucu hayatını kaybettiği ortaya çıktı.
Bunlara en çarpıcı örnek, öğretmen Sıddık Bilgin'in ölümüydü. Bilgin, 31 Temmuz 1985 tarihinde Bingöl'ün Genç ilçesinde Suveren Jandarma Karkolu'nda gözaltına alındı. Partiya Karkeren Kürdistan (PKK) militanlarına yardım etmekle suçlanıyordu. Bir süre sonra, Bilgin'in kaçarken vurulduğu açıklandı. Cesedine sahip çıkan olmadığı iddiasıyla Jandarma karakolunun bahçesine gömüldü. Ancak, ailesinin ve SHP milletvekilleri Cüneyt Canver ile Ali İhsan Elgin'in olayı araştırmaları ve Bilgin'in ölümüne şahit olan er Abdullah Zengin'in itirafları üzerine, kendisinin kaçarken değil, sorgulama sırasında işkence yapılırken öldüğü ortaya çıktı. Mezarı açıldı ve kaçarken vurulduğu söylenen Bilgin'in cesedi, ayakları bağlı bir hâlde bulundu. Olaydan sorumlu olanlar yargılanmaya başladılar. Sanıkların ifadelerinden, Bilgin'in, sorgu sırasında işkence dozunun fazla kaçırılması ve kalbinin buna dayanamaması sonucu öldüğü, kaçıyor süsü verilmek için cesedinin karakolun birkaç kilometre uzağına götürülerek kurşunlandığı ortaya çıktı. Bilgin' in işkenceden öldüğü iddiaları ilk kez ortaya atıldığında, dönemin İçişleri Bakanı, şimdiki Başbakan Yıldırım Akbulut ve çeşitli yetkililer olayı yalanlamışlardı.
Kanunî olarak doğruluğu kabul edilen ve failleri belirlenen gözaltında öldürme olaylarının sayısı oldukça az. Çoğu kez işkence iddiaları araştırılmaya bile gerek görülmeden kapatılmaya çalışılıyor.
1988 yılında Midyat'a bağlı Dargeçit kasabasındaki bir çatışmada, Sadık Çelebi adlı kişinin öldüğü bildirildi. Ailesi cesedi almaları için hastaneye çağırıldı. Ancak hastane görevlileri, Çelebi'nin cesedinin getirildiği tarihin, "çatışmadan bir gün öncesi" olduğunu söylediler. Ailenin bütün ısrarlarına rağmen, ikinci otopsi isteği reddedildi; ve Çelebi, ailesinin anlattığına göre, jandarma karakolundaki bazı yetkililerin tehditleri yüzünden, alelacele gömüldü.
Mustafa Gülmez de şüpheli bir şekilde gözaltı sırasında ölenler arasında. 1988 yılının haziran ayında İstanbul siyasî polisi taafından gözaltına alınan Gülmez, iki gün sonra Edirne'ye nakledildi ve orada hücresinde ölü bulundu. Resmî açıklamaya göre, yatak çarşaflarıyla kendini tavana asmıştı. ancak yatak çarşafı, hücrelerde bulunmayan bir eşyaydı. Avukatları ve ailesi, ölümün işkence sonucunda olduğu iddiasıyla suç duyurusunda bulundular; yapılan otopside işkence izlerine rastlandı, ancak suç duyurusundan bir sonuç alınamadı.
Gaziantep' te 1990 yılının Ocak ayında sarkıntılık iddiasıyla gözaltına alınan İbrahim Halil Alkan, Göztepe Karakolu'nda öldü. Yapılan resmî açıklamaya göre, Alkan, Pantolon astarını sökerek kendini kalorifer borusuna asmıştı.
1984 yılında, yasadışı bir örgüte üye olduğu iddiasıyla İstanbul Siyasî Þube tarafından gözaltına alınan Hasan Hakkı Erdoğan, bir süre sonra hastahaneye kaldırıldı ve orada öldü. Gözaltında bulunduğu sırada, "üç kez kaçmaya kalkıştığı, bu arada çukura düşüp, merdivenden yuvarlandığı, kafasını duvara vurarak kendi kendine darp ettiği" yolunda hazırlanmış tutanaklar vardı. Ancak, Adlî Tıp, ölümün işkence sonucu olduğunu kanıtladı. Ölümünden sorumlu olan beş polis memuru (nasılsa) yargılanarak (nasılsa) üç yıl cezaya çarptırıldı.
Ali Akkan, 5 Mayıs 1990 tarihinde Antalya'da yasadışı bir örgüte üye olmak iddiasıyla evinden gözlatına alındı. Onunla birlikte gözaltına alınan amcası ve kardeşleri, birkaç saat sonra serbest bırakıldı. Ertesi gün ailesine, "Akkan'ın kendisini polis karakolunun penceresinden atarak intihar ettiği" bildirildi. Olayın şüpheli bulunarak araştırılması için verilen dilekçeye, savcılık, "soruşturmaya gerek olmadığı" cevabını verdi.
Son on yıl içinde bunlara benzer çok sayıda olay yaşandı. Ancak, işkencenin ve gözaltındaki şüpheli ölümlerin önüne geçebilmek için olumlu bir adım atılmadı.
•
Bir İstanbul gazetesinin, olup bitenleri göstermeye yeten derlemesinden sonra, şimdi de Müslümanlara reva görülen İşkenceyi İşkenceye maruz kalanlardan nakledelim... Arkadaşları adına Abdülhamid Turgut:
Biz 12.3.1990 günü Fatih Kadınlar Pazarı'nda halka açık bir çay ocağında oturuyorduk. Camiden çıkıp bir çay içme niyeti ile gelmiştik. Bu esnada aniden saldırı ve hakaret üslübuyla bir takım kişiler başımıza dikildi. Bizi daşarı çıkardıktan sonra silâh tehdidiyle başımıza çuvallar geçirildi. Bu şekilde arabalara bindirildik. Arabada da başımız zorla koltuklar arasına sıkıştırıldı. Bilmediğimiz bir meçhule doğru götürüldük. O ânda bu hâl bana İsrail askerlerinin Filistinlilere alçakça muamelelerini hatırlatıyordu.
Nihayet varacağımız yere geldik. Orda bizi çırılçıplak soydular. Tabiî görülmemiş hakaretler, inanç ve değerlerimize karşı en alçakça küfürler. Cinsi sapıkların tavırlarıyla davranmalar, bizi, insanlığımızı ve inancımızı rencide ediyordu. Bu durum bana bin defa ölmeyi o hale tercih etmeme sebep oluyordu. Neticede sorgu için betona sırtüstü yatırılırken bir yandan da ceryan vermek için kabloları edep yerlerime ve diğer organlarıma bağladılar. İlk soru, "Çetin Emeç'i neden öldürdünüz?.. Muammer Aksoy'u vuran gerillalarınız ve silâhlarınız nerede?.. Senin İran'a bağlı Hizbullah Ümmet Örgütü'nün lideri olduğunu biliyoruz. Þurada şunu yaptın, burada filanlarla görüştün, şu konuşmaları yaptın, şu ülkelere gittin" diyerek, iddia ettiklerini sözde bu delillerle kabul ettirmeye çalışıyorlardı. Ardından, daha cevap vermeme fırsat bırakmadan üzerime serptikleri buzlu sularla birlikte cereyan şokuna başladılar. Ben buna tekbir getirerek karşılık verince daha da gazaba geldiler. Küfrederek, "haydi seni o büyük diye çağırdığın Allah gelsin de kurtarsın!" dediler. Bir yandan da birkaç kişi birden ayakkabıları ile birlikte üzerime çıkıp beni tekmelemeye başladılar. Ben tekbirlere devam ederken bedenimin duyduğu acılara rağmen kalbimin ferahlıkla, cesaret ve mukavemetle dolmaya başladığını hissettim. Bu hâl devam ederken bir ara fasıla vererek, "haydi cevap ver, Emeç ve Aksoy ikilisi de Amerikan yapısı koltlarla vurulmuş. Bu silâhları nereden aldınız ve bu emri kim verdi söyle!" deyince, ben, "tamam biliyorum söyleyeyim!" dedim; "bu silâhları ve emri casusluğuyla meşhur, Amerika'nın Türkiye Büyükelçisi verdi. Eylemi de İsrail ajanlarıyla siz yaptınız!" deyince, beklemedikleri bu cevap karşısında boğazıma ayakkabısıyla içlerinden biri basarak, "biz kimiz?" dedi. Ben de o yapılan maddî ve manevî işkence karşısında oluşan nefret ve öfkemle bağırarak, "siz Mossad ve CİA'nın uşağı olan MİT'siniz, size ve onlara lânet olsun!" diye haykırdım. Boğazıma ve karnıma baskılarını, darbelerini arttırdılar. O hâlde bayılmışım.
Daha ne kadar baygın kaldığımı hatırlamıyorum. Kendime gelip uyandığımda bir odada sedye üzerinde bağlı vaziyette olduğumu anladım. Sanki bir ormandaymışım gibi bir his vardı içimde. Çünkü bir yandan kuş sesleri, bir yandan yırtıcı hayvan sesleri, bir yandan da yılan hışırtıları çok yakın mesafeden ve canlı bir şekilde duyuluyordu. İyice kendime gelip dikkatle dinlemeye çalıştım. Diğer odalardan normal bir uzaklıkta feryatlar geliyordu. O ân gelen feryat ve diğer seslerin yapma, psikolojik baskı için olabileceği aklıma geldi. Nihayet tam olmasa bile öyle olduğuna kanaat getirdim. Tüm bunlarla korku vermek istedikleri açıktı. Fakat Allah'a hamd olsun ki ilk andaki dehşet ve şok yerine geçirdiğim baygınlıktan sonra sanki yeni doğmuş bir insan gibi yapılanlara ve daha şiddetle yapılacak olanlara dayanacak tarifi mümkün olmayan iman, huzur ve sükûnet hâli beni kapladı. Allah'ın yardımını elle tutulur bir yakîn içerisinde hissediyordum. Bu esnada yakınımda hiçbir insan sesi ve nefesi hissedilmiyordu. Ben o vahşi hayvan seslerine dikkat edince, kuş, aslan, kaplan seslerinin sabit bir tekrar içerisinde olduğunu, bunların dışında köpek ve yılan seslerinin gerçek olduğunu sürünme ve yaklaşan seslerinden anladım. Zaten çok geçmedi, ayağıma doğru yaklaşan yılanı hissettim. Bu ürperti esnasında baygınlık ve dilimin kilitlenmesi hâli hasıl oldu. Bir ân kendime gelmeye çalıştığımda, yılanın boynuma saldırdığını ve beni boğmaya çalıştığını anladım. Âniden tarifi mümkün olmayan bir şekilde dilimin çözüldüğünü, kalbimden yükselerek coşkulu bir sesin "Allahüekber!" demeye başladığını gördüm; sanki o zaman, benim içimde başka birisi vardı. Kalbim ve dilim, benim değil, onundu. Ben sanki aklen seyrediyordum. Bu arada müşahede ettiklerimi daha fazla yazarak izâh edebilmem mümkün değil; tek kelime ile Allah'ın akıl almaz yardımı idi. Tekbirler dolu ağzımdan sanki ateş çıkıyordu. Aniden boynumu saran, yüzümü yalayan yılan garip bir ses çıkararak boynumdan çözülüp benden uzaklaşmaya başladı. O esnada hafif bir sesle hayret belirten fısıltılar geldi kulağıma: "Bu yılan niye kaçıyor, hiç böyle yapmazdı; baksana daha gidiyor!" dediler.
Bu durum karşısında elimde olmadan içime doğan, sevinç, çoşku ve yüzüme yansıyan tebüssümü görmüşler ki, hemen kin kusan bir edayla "hiç sevinme bu küçük acemiydi; Þimdi büyüğünü görürsen gülersin!"... Biri böyle derken, diğeri çaresizliğin ve yenilginin öfkesi içinde, "ulan buşeriatçılar yılandan da beter, yılan da bunlardan kaçıyor!" dedi. Ve ardından, "hele bundan nasıl kurtulacaksın?" diyerek bir köpeği üzerime saldılar. Köpek, benim sağımdan solumdan saldırmaya başladı. Nerem ağzına geliyorsa, ısırıyordu; fakat, kıskaç gibi sıkıp ezerken, dişleri batmıyordu. Herhalde dişlerini çekmişlerdi veya köreltmişlerdi. Bu hâl bir müddet devam etti. Beni ezmesine ve çok acı vermesine rağmen yılanın dehşetini vermiyordu. Ben tekbir getirmeye devam ediyordum. Köpek ara verdikçe sorgucular "saldır arap!" diyerek tekrar saldırtıyorlardı. Beni bitkin düşürmesine rağmen, buna rahat dayanıyordum. Gitgide gücüm ve direncim artıyor, yapılacaklara dayanacağıma kesin inanmıştım. Bu arada beynime kurşunlar boşaltırcasına çirkin bir söz duydun. Köpeğe hitap ederek, "haydi arap saldır, torpil yapma; yoksa bu şeriatçıların Peygamberi de arap ve sizden; milliyetçilik mi yapıyorsun, iyi saldırmıyorsun?" diyerek kahkahalarla güldü. Ondan sonra gerçekten de zorlamalarına rağmen, bilemiyorum köpek yorgun mu düştü ne, bir daha bana saldırmadı. Buna öfkelenen sorgucu, köpeğe birşeyle vurdu; köpek bağırdı ve kaçtı. Sorgucu bana dönerek, "bak bu da sizden, senin gibi tekbir getirdi!" dedi. Ben buna dayanamadım ve "siz köpekten daha aşağısınız; o köpek hesap verir cehenneme gitmez, fakat siz yaptıklarınızın cezasını inşallah dünyada ve ahirette vereceksiniz!" dedim. Küfürler savurarak çıkıp gitiler. Ben de acılar içinde çok ezilmiş ve bitkin bir hâlde acıkmıştım. Öyle sızmış uyumuşum.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Âniden biri bana vurarak,"ey mümin kardeşim kalk gel. Bizden önceki vardiyalı o dinsiz ekip seni çok ezmişler; artık bizden emin olabilirsin, ne isteğin varsa söyle!" dedi ve hemen birisini çağırarak, "yiyecek içecek getir!" dedi. O da hemen beş çeşit yemek ve tatlı getirdi. Beni bir koltuğa oturttu. Çok aç olmama rağmen, düşman yemeği bana zehir gibi geliyordu. Yalnız içlerinden sütlaçı yedim. Hemen sonra, o kişi "tanışıp sohbet edelim!" dedi. "Gözünü de açarım ama gelip gidenler olur, onun için kusura bakma!" diye söze başladı. "Önce kendimi tanıtayım" dedi; "ben Konyalıyım, ismim Mustafa. Gerçi burda namaz kıldığım için bana hoca diyorlar. Ben önce Mahmut Efendiye bağlı Selâmet partili idim. Yalnız bu işin partiyle olmayacağını anladım ve kendime yeni bir cemaat arıyorum. Þimdiye kadar Türkiye'de şu şahısları, filân grupları gezdim, tanıştım, şu fikirlere sahipler, ama hiçbiri beni tam ikna edemedi. Yine de arıyorum!"... Bana sorarak, "sen ne diyorsun?... Bu saydıklarımı herkes tanıyor, elbet sen de bunlardan tanırsın; ve bunların dışında bir tavsiyen olursa, o da beni ikna ederse, kabul ederim!"... MİT''te görev almasının mazeretlerini sıraladı. Bir ân, "hele biraz dur; diğer arkadaşlarınızın durumu nasıl, ihtiyaçları var mı, bakıp geleyim!" diye dışarı çıktı. Biraz sonra gelip, "onları da çok ezmişler ve hep konuşturmuşlar. Onlar da herşeyi söylemiş, itiraf yasasından faydalanmak istediklerini talep etmişler. Yani seni yakmışlar. Yalnız yol bitmemiş; onlar sana kadar gelmişler, önemli olan senden sonrası, bunu mutlak istiyorlar. Tabiî yanlış anlama, ben istemiyorum. Ötekiler, seni biraz ezenler istiyor. Benim nöbetime az kaldı; onlar yine gelirler. Ben onlara, ikinci merhale işkence yaptım ama yine konuşmadı, derim. Bu sefer onlar, üçüncü ve son merhaleyi uygularlar. Ben de mani olamayacağım için, bir müslümanın ırzına tecavüz edilir, tırnağı çekilir. Daha da konuşmazsa, bir ormanda vurulup bırakılır. Bu hâle düşmeni istemiyorum. Þimdiye kadar hep böyle olmuş. Polisten, resmiyetten habersiz, yalnızca MİT'in yakaladıkları, ya konuşmuşlar veya öldürülmüşler; üçüncü bir şık yok. Bunları da benden duymuş olma. Artık benim zamanım bitti, gizlice geliyorlar. İyi düşün; Þer'an da zaruret mazerettir. Bana sorarsan, herşeyi doğru konuş, belki kurtulursun. Konuştukların diğerleriyle tezat olmasın. Artık ben gidiyorum, bir diyeceğin var mı?" dedi. Ben de, "ahirette buluşuruz!" dedim. O çıktıktan hemen sonra bir başkası gelerek, "seni kim buraya getirdi, senin işini şimdiye kadar niçin bitirmemişler?" diyerek beni şiddetle yere attı. Ayağımdan tutup çekerek götürmeye başladı. Beni o hâlde merdivenleden indirip havasız bir yere götürdü. Bu arada Allah'a, Peygamberimize ve zevcelerine küfretti ve "haydi seni ölümden kurtarsınlar!" dedi. Ben de, "beni çoktan kurtarmışlar; bize intikal ettirdikleri vahdet inancı sayesinde sizin gibi olmaktan ve ruhen ölmekten kurtarmışlar ve bir Allah'a kavuşmam kalmış !" dedim. O esnada tabancanın mekanizmasını şakırdatarak sözde mermi sürme imajını veriyordu ve şakağıma dayayarak "haydi şehadetini getir, son saniyelerini yaşıyorsun!" dedi. Ben de, "ben yıllar önce şehadetimi getirdim ve iman etim; asıl şehadetini getirip iman etmesi gereken sensin!" deyince, "ulan seni" deyip bir el üzerime ateş etti. Tabiî bana isabet etmedi. Zaten baştan beri bu yaptıklarının numara olduğunu sanki biri haber vermişcesine kalbim mutmaindi. Bu ve benzeri durumlar tam üç gün devam etti. Daha sonra Siyasî şubeye götürüldük.
O zamana kadar hangi arkadaşlar yakalanmış, kaç kişi var, kim ne konuştu belli değil. Birinci şubede ise, yine muttaki şahısların sorgu ve denetimi sürüyordu. Ve çok zaman sorgucu ve işkenceci polislere kızıp küfrediyorlardı; "Böyle sorgu mu olur!" diye. Muttakiler kızınca işkenceci polisler daha şiddetli işkence yapıyorlardı. Daha sonra, "haydi konuşun, biz de müslümanız; ne yapalım biz de emir kuluyuz!" diyorlardı. Ben de onlara, "işte farkımız bu; biz Allah'ın kuluyuz siz ise emir kulusunuz!" diyordum. Müslümanlıklarını ispat için işkenceye besmele ile başlıyor,oruç olduklarını ima ediyor ve hatta bir akşam şiddetli işkenceden sonra biri diğerine, "gel sen devam et, ben teravih namazına yetişeyim!" deyip gitti.
Tekrar ettikleri işkenceler genelde Filistin askısı, ceryan, dondurucu ve tayzikli su, boğma ve burma taktikleriyle beraber her çeşit dövmeden ibaretti. Bu hâl kimimize şiddetli, kimimize ise daha az idi. işkenceciler, "biz hakiki müslümanız, milliyetçiyiz, sizin gibi ümmetçi değiliz, biz sünniyiz, sizin gibi hizbullahçı değiliz. Siz yaptıklarınızı dış kaynaklı Humeynicilerden ve Seyyit Kutuplardan alıyorsunuz. Biz fetvalarımızı, hatta sizi yakalayıp sorgulama fetvasını bile Diyanet İşleri Başkanı, Fethullah Hoca ve Menzil şeyhinden aldık. Siz, dini bozan, aşırı, fitneci ve Ehli Sünnete aykırı olduğunuz için cezalandırılmanız dinen vacipmiş... Daha önce Þeyh Said ve Said Nursî de sizin gibi fitne çıkarınca o zamanın gerçek alimleri ve şeyhleri fetva vermiş, devlet de onları cezalandırmış !" diyerek nasihatlarına şöyle devam etti:
-"Yahu sizin Hizbullah'la ne işiniz var?.. Bu kadar müslaman deli de, siz mi akıllısınız. Bak binlerce insan Süleymancılık, Nurculuk ve falan efendilerin önderiliğinde tarikatlara toplanıyor. Hele Fethullah Hocanın, Türkiye'nin her yerinde yurtları ve yüzbinlerce taraftarı var. Her vaazında onbinlerce kişi onu ağlayarak izliyor. Bak yarın Ankara'da Kocatepe Camiinde konuşacak, ben de gidip dinleyeceğim. Yahu illâ siyaset istiyorsanız, Erbakan'ın partisi var, ona gidin. Þimdiye kadar saydığım bütün grupları biliyor ve denetliyoruz. Hiç birini yakaladık mı?.. Yok. Niye?.. Çünkü sizin gibi zararlı değiller!"
Hakikatende bizimle birlikte partili bir arkadaş da alınmıştı, ona bir fiske dahi vurmadılar.
Bu hal devam ede ede tam 17gün geçti. Artık bunlar hayatımızdan bir parça olmuştu. Alışmıştık. İşkence ve sorgular dışarda göründüğü gibi hiç de büyütülecek ve aşılamayacak engeller değildi. Bir ân önce herkesin bu durumları yaşayarak psikolojik baskıdan kurtulup tabuları yıkması, zalimlerin düzenlerini bu tubalarla koruduğunu ve bunu aşan mazlumlar karşısında acze ve korkuya kapıldıklarını bizatihi biz müşahede ettik. Þöyle ki, yukarda yapılanlara yerinde karşılık ve cevap verirken, son günlerde artık hıncım ve hiddetim boğazıma gelmişti. Yapılan bir işkence esnasında onlara söz hakaretinin en yükseği sayılan bir eda ile sesim çıktığınca bağırmaya başladım; Birinci Þube sanki inliyordu. Alt ve üst kattakiler koşuşarak benim olduğum yere yığıldılar. Ben, "ey alçaklar, köpekler, bu yaptıklarınız yanınıza kalmayacak!.. Sizi ne kulu olduğunuz, ne putlarınız, ne başkası kurtaramayacak. Burası size mezar olacak, sizi ve sizin gibileri ne Allah ne de müminler hesapsız bırakmayacak. Yiğitseniz beni öldürün. İnşallah ölsem de kalsamda başınıza belâ olacağım. Sizin kadınları, şarabı ve dünyayı sevdiğinizden çok, biz ölümü seviyoruz!" dedim. Bu hâlde işkenceyi bıraktlar. "Aman sus, sana birşey yapmayacağız; ne yapalım biz de emir kuluyuz!" diyerek beni kaldığım hücreye götürdüler. Tabiî bu hal diğer arkadaşları biraz dehşete düşürmüşse de, artık bütün arkadaşlara da daha fazla direnç ve cesaret gelmişti. Ondan sonra bana ve diğer arkadaşlara daha fazla işkence yapmadılar. Son günlerde yaptıklarını telafi etmek için yağcılık yapmaya başladılar. "Biz de müslümanız, size biz değil başkaları işkence yaptı!" diyorlardı. Tabiî bu arada söyleyecek çok şey var ama, çok uzayacağından dolayı sadece şunu eklemek istiyorum: Bizimle aynı hücrelerde sol görüşlüler de vardı. Þubeye ilk gittiğimizde, "polisler de biraz sağ görüşlü, size birşey yapmazlar!" diyorlardı. Daha sonra bize yapılanları görünce, hayretler içinde kalıyorlardı. Bize yapılanların yanında kendilerine yapılanların bir hiç olduğunu görünce, bize fevkalâde alâka duyarak takdirlerini belirtiyorlardı. Polisler bizi aynı hücreye koydukları zaman, "haydi girin aynı hücreye; biriniz kızıl, biriniz yeşil komünistsiniz!" diyor ve bize dönerek, "siz bunlardan daha tehlikelisiniz. Bunlar yarın öbürgün Rusya ve Doğu Avrupa'da olduğu gibi demokrasiye yönelebilirler; ama siz ille de şeriat dersiniz!"... Bu söylenenler, bir memurun şahsî kanaatinden ziyade, Þube'nin siyasetini gösteriyordu. Buna misâl, bizim orada bulunduğumuz dönemle birlikte 23 gün içinde, dört ayrı sol örgütün geçmesiydi. Her örgüt ortalama bir hafta kadar normal işkence ve sorgulardan sonra, mahkemeye çıkartılıyordu. Gerçi onlarda da istisnaları ağır işkenceler görüyor ve kadınlar iğrenç davranışlara uğruyorlardı. Doğrusu onların da karşı koyma ve dayanma tavırları takdire şayandı.
İşte ben ve arkadaşlarım bu hâlde Ankebut suresinin ikinci ve üçüncü ayetlerini hatırlayarak, Allah bizi imtihanına kabul ettiği için huzurlu ve bu imtihanı başarmak için Allah'ın yardımını talep ediyorduk. Bu hâimiz ve anlıyışımız şu ân bulunduğumuz tağutun zindanında da devam ediyor.
Son olarak mazlumlara, müminlere ve hususen zalimlerin zindanlarında olanlara diyoruz ki, "zindanları Yusuf Aleyhisselâm gibi yaşayanlar,maddî ve manevî devlete (nimete) er geç ulaşırlar."
"Allah şüphesiz,kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın almıştır." (Tevbe - 111)
•
Sorgulamalarım sırasında, 1979 'da kurulan İKP-C (İslam Kurtuluş Partisi- Cehpesi) hakkında sorulara da muhatap oldum... İKP-C ve Akıncı Güç ile ilgili, "Kanguru" hikayesini andıran sorgulamalara muhatap olanlardan biri de, Mart 1991'de çıkan İBDA-C Taraf dergisinin sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürlüğünü yapan Kazım Albayrak. Dergisinde bununla alâkalı olarak çıkan mülâkat, o günkü hukuk anlayışına ışık tutuyor.
•
Taraf: 12 Eylül Askeri Darbesi'nden 50 gün sonra 3 Kasım-22 Kasım 1980 tarihleri arasında Samandra Askeri Kışlası'nda diğer dört arkadaşınızla birlikte 20 gün gözaltında bulundunuz. Bu olay nasıl gelişti anlatırmısınız?
Kâzım Albayrak: 3.11.1980 günü sabaha karşı evimin etrafı sarıldı. Ben ve iki kardeşim evden alınıp Samandra'ya sevkedildik. Bu arada kiracımız olan kişi de kapıyı geç açtığı gerekçesiyle ekip arabasına alınıp yolda salıverildi. Samandra 'da 20 gün boyunca sistemli işkence gördük. Buraya ilk varınca hemen gözlerimiz bağlanıp sorgulama odalarının kapısına diktiler. İçerde yapılan işkenceleri naklen izlettiler; bu iki gün devam etti. Arada tuvalete gitmek için izin isterken, iki tanıdık sesi daha duyduk ve böylece beş kişi olduğumuzu anladık; iki kardeşimden başka, Yalçın Turgut ve Kaya Balaban.
Taraf: Kaç türlü sorgulama-işkence metodu vardı, siz hangilerine muhatap oldunuz?
Kâzım Albayrak: İki türlü işkence metodları vardı; pisikolojik işkence ve fizikî işkence... Fizikî işkence; Filistin askısı, soğuk duş, ceryan verme, falaka vesaire gibi muhtelif çeşitler... Psikolojik işkenceyle sanığın moralmen çökertilmesi amacı taşınır. Bana üç gün bu metod tatbik edildi ve işkence odalarında yapılan işkenceler dinletildi; maneviyatım üzerinde yıkıcı etkisi olsun diye birbiriyle homoseksüel ilişkide bulunan iki kişinin itirafları dinletildi. Ayrıca bu sanıkların işkence sonunda ırzına geçilmeye teşebbüs edildiği şeklindeki olaylar bana duyuruldu. Devamlı ağır işkence sahneleri ve feryatları dinledim. Bunlar teypten olabileceği gibi, içerde işkence gören sanıkların da olabilir. Bazı sanıklara, hanımlarının veya kızkardeşlerinin buraya getirileceği söylendi. Getirilen de olabilir. Bütün bunlardan amaç sanığın üzerinde psikolojik baskı sağlayarak fazla yorulmadan konuşturmaktır. Benim için 18 saat, benden önce gelen iki arkadaş için tam 23 saat böylece ayakta bekledik. Sadece yemekte oturabildik; bir de tuvalette. Gece 23'de çökebilirsiniz dendiği ânda, betonda oturmak bana o ân cenetteyim gibi geldi!..
Taraf: Sonra ne oldu?..
Kâzım Albayrak: Gece 5 adet üstü muşamba kaplı yatak getirdiler. Gözlerimiz yine bağlı. Başımızda asker-nöbetçi, bir odada yatırdılar. Sabah yine duvarın dibine dikip, işkenceleri izletmeye devam ettiler. Daha sonra birisi koluma girip dost tavırla, "Kuzum gel seninle biraz sohbet edelim!" deyip beni aldı, biraz dolaştırıp, sonra bir odaya soktu; rahat bir koltuğa oturtarak, kendi de bir masanın başına geçti ve çay-kahve ne istediğimi sordu, sohbete(!) başladık. Önce İslâmî mevzulara girdi. Benim Yüksek İslam Enstitüsü mezunu olduğumu bildiği için, bu konularda da vukufiyeti olduğunu göstermek istedi. Kutuplarda ve uçakta nasıl namaz kılınacağı, bu mevzularda nasıl fetva verileceğinden bahsettik. Yeni meselelere İslam'dan nasıl yorum getirileceği hakkında karşılıklı görüş alışverişinde bulunduk. İslami kaynak kitapların bazılarının isimlerini verip, okuduğunu söyledi; İslâmî mevzuları ve meseleleri bizim kadar bildiği imajını vermeye çalıştı. Ve beni psikolojik olarak çökertip itiraflarımı hemen almayı denedi. Ben bu arada kendimce kısa bir muhakeme yaparak, "herhangi bir örgüt üyesi olmadığımı, anlatacak herhangi bir eylemim olmadığını" söyledim. Benden birşey alamayacağını anlayınca, en son şu pis tehditte bulundu: "Bak sonra buradan çıkarken müslümanlığından utanırsın!.." Ben Allah'a tevekkül ederek odadan çıktım. Bu kişinin MİT'ten olduğunu, bizim kısıma baktığını, fizikî işkencelere katılmayıp, bilgi verdiğini tahmin ediyorum. Benimle öyle yakınlık kurmak istedi ki, hemşerim olduğunu söyleyip beni kastederek, "siz Of'lular bize küçük Moskova dersiniz!" dedi. O ân ve bir müddet buna inandım. Sonra memleketini bana söylememesi gerektiğini, bunun bir yakınlık kurmak için uydurma olduğunu anladım.
Taraf: Buraya kadar anlattıklarınız psikolojik işkenceye giriyor herhalde. Bundan sonra neler oldu?
Kâzım Albayrak: Psikolojik işkenceden kendilerince birşey çıkaramayınca fizikî işkencelere başvurdular. Bana ceryan ve falaka ağırlıktaydı. İlk fizikî işkence gününde bana müslümanların bütün eylemlerini sormaya başladılar. Bir ara sabredemedim, "ne oluyor, bütün bunları ben mi yaptım?" deyince, "ne yani, sana herşeyi mi soruyoruz? Nihat Erim'i niye öldürdün diye soruyor muyuz?" dediler. Benim okulda lider durumda olduğumu ve daha önce okuldan veya teşkilâtlardan alınan arkadaşların sorgulamalarında benim militan olduğum ve bazı şeyleri yapabileceğim kanaatine sahip oldular. 12 Eylül'den hemen sonra bir uçak kaçırma olayı olmuştu; topladıkları istihbarata göre güya bana da önemli bir rol düşüyordu... Netice olarak; hangi eylemlere ne kadar karıştığımı bilmedikleri için, herşeyi soruyorlardı!..
Taraf: Polisin sorgulamalarda izlediği taktiklerden bahseder misiniz?
Kâzım Albayrak: Gözün bağlı, ellerinde esir olduğun ve kendilerini istediklerini yapabilecek tek güç ve kudret sahibi zannettikleri için, herşeyi bildikleri imajını vererek psikolojik çökertme taktiği başta olmak üzere, daha sonra zarf atma taktiği uyguluyorlar. Zarf atma taktiği şöyle oluyor; "şu arkadaşın yan odada herşeyi itiraf etti!" diyerek senin konuşmanı sağlamaya çalışıyorlar. Halbuki yan odada o arkadaşın olmadığı gibi, böyle bir itiraf da yoktur. Fakat sanığı buna inandırıp konuşturmayı deniyorlar. Ayrıca daha önce sorgulanan arkadaşlardan aldıkları senin hakkındaki basit bir bilgiyle, herşeyi biliyorlarmış imajı vermeye çalışıyorlar. Mesela, "filân tarihte, filân saatte şu arkadaşınla şu lokantaya gittin, şu yemeği yedin, biliyoruz!" diyorlar. Sen de, "vay be, adamlar ne zaman, nerede, ne yemek yediğimi bile biliyorlar; demek ki filan eylemi de biliyorlar, en iyisi anlatayım!" diyorsun. Buna benzer şekilde, bana daha önceki sorgulamalardan aldıkları bilgilerle, "filan tarihte evlendin, düğün davetiyen bize geldi!" dediler. Aynı metodu kardeşime de deniyorlar; aksilik bu ya, birader düğününde davetiye basmamış. Böylece zarflar boşa gidiyor. Yine şöyle yapılıyor: İşkenceciler sanığa, "seni asacağız!" diyorlar, ipi getirip boynuna takıyorlar. Bir sandalyeye çıkarıyorlar. Hocaya da, "gel şu adamın son duasını yaptır!" diyorlar. İçeri "hoca" diye birisi girip, "Allah günahlarını affetsin!" vesaire diye dua ediyor. "Þimdi sandalyeye vuruyoruz!" diyorlar, sonra sandalyeye tekmeyi vuruyorlar. Kıçüstü yere düşüyorsun. İpin yukarıdan bağlantısı yokmuş. Yine gece hücreden kaldırıp sanığı bir jipe bindiriyorlar. Epey dolaştırdıktan sonra çimenlerin üzerine atıyorlar. "Burası dağbaşı, seni burada öldürüp bırakacağız!" deyip silâhların mekanizmasına kurşunu vererek birkaç saniye bekliyorlar. "Tamam abi, beni öldürmeyin, konuşacağım!" demeyince, "kalk ulan hadi gidelim!" deyip tekrar hücreye atıyorlar sanığı. Bana bir eylemi sorarken, "sen öndeydin, arkadan da (birlikte eylem yapabileceğimi tahmin ettikleri) filanca vardı, sizi gördük!" diye zarf atıyorlar. Tutma ihtimali olan bu zarfa, "hakikaten öyleyse?" diye hemen inanıp itiraf etme ihtimali çok yüksekti.
Taraf: Sorgulamalar safhasında size tesir eden bir hadise...
Kâzım Albayrak: Biraz traji-komik şu olayı anlatabilirim: Sabah 8'den akşam 17-30'a kadar, hergün mesaili işkencelere devam ediyorlardı. Birgün, "niye bana bu kadar işkence yapıyorsunuz?" dedim. Bana, "Ne!.. Biz burada işkence mi yapıyoruz? Sorgulama yapıyoruz!" deyip bir güzel çullandılar. Ben de baktım olmuyor: "Tabiî işkence yapmıyorsunuz, vazifenizi yapıyorsunuz!"dedim. Bir başka hatıram: 10 Kasım günü koğuştakilere Atatürk'ü anma yaptırıyorlardı. Biz hücre haline çevrilen tuvaletteydik. Daha sorgulamaya da çağırılmamıştık. Bütün askerî ve sivil personel sirenlerle saygı duruşunda bulunurken bir er hiç oralı olmayıp bazı tuvaletlere su döküyordu. "Sen saygı duruşunda bulunmuyor musun?" diye sorunca, karşılık olarak "ne saygısı, görmüyor musun temizlik yapıyoruz!" diye cevap verdi. Bir de şunu anlatayım: İşkencenin en ağır olduğu bir gün, İşkence yapmaktan yorgun düşüp beni bir odaya attılar ve askerlerle yemek verdiler. Bu arada askerlerin içinde inançlı bir çavuşun kulağıma eğilip, "dayan kardeşim, bu imansızlara teslim olma!" deyişinin bendeki moral etkisini hiç unutamam. Bu askerin sesi gözlerimin dolmasına sebep oldu. Bana Allah'tan bir elçi gibi geldi.
Taraf: Peki bu yapılan işkenceleri ispat edebilir misiniz?
Kâzım Albayrak: Ben sizin bu sorunuza, S. Mirzabeyoğlu'nun "Filistin ve İşkence" isimli konferansındaki şu sözle cevap vereyim: "İspat edilemez işkenceler nasıl yapılırmış, gel ben sana göstereyim!"
Taraf: Size başka ne gibi davranışlarda bulundular?
Kâzım Albayrak: Bol bol cereyan verildi; el ve ayak parmaklarından... Ve falaka... Falakadan sonra devamlı zıplatıyorlardı; iz kalmasın diye... Ceryanın zaten izi olmaz. Bir ara kafama tas gibi birşey taktılar, ellerime de bazı metal parçaları verdiler. "Bunları masaya vur, beynini okuyacağız; bu arada, yaptığın eylemleri düşün!" dediler. Bu iş bir saatten fazla sürdü. Ben de buna inanmış görünüp bol bol masaya vurdum. Sonra bana, "doğru konuş, seni yalan makinesine bağlayacağız!" dediler. Bir ara çok bunalmıştım, resti çektim: "Getirin yalan makinesini bağlayın, fazla konuşmayın!" dedim. Yalan makinesinin sorgulamada sağlıklı netice vermediği ve zaten ellerinde bulunmadığı için, "öyle mi, bize rest çekersin demek, şimdi seni yalan makinesine bağlayalım da gör!" dediler. Biraz sonra ellerime ve ayaklarıma kaploları bağlayıp aşırı miktarda ceryan vermeye başladılar...
Taraf: İstihbarat mantıkları ve elde ettikleri bilgileri değerlendirebilme imkanları ne durumdaydı?
Kâzım Albayrak: Rahatlıkla hata yapabiliyorlardı. Bilgi toplarken eksik veya yanlış olabiliyordu. Bilgiler arasında mukayeseyi doğru kuramıyorlardı. Bir kere karşılarındaki sanığın mantığına sahip olabilmelerine imkân yok. Bilgileri karıştırabiliyorlardı. Samandra'da yanlış bilgiden dolayı işkence görüp, sonunda, "yanlışlık oldu!" denilerek kapı dışarı edilen birçok sanık gördüm. Eyleme karışıp da, sorgulamalarda kendini ele vermeyen birçok sanık da olabilecği gibi, isim benzerliğinden 55 gün hücrede kalan, sonra asıl kişi ortaya çıkınca bırakılan yaşlı Ali amcayı da hatırlıyorum. Polisin izlediği üç metodu işaretleyeyim... Birincisi: Sanığı yakalamadan önce elde ettiği bilgiler, değişik istihbaratlar, sanığı tanıyanlardan elde ettikleri, vesaire... İkincisi; sanığı işkence masasına yatırıp konuşturabilirlerse elde ettikleri bilgiler... üçüncüsü; sanık içerdeyken sanıkla ilgili olabilecek kişilerin takibi ve onların telaşlı hareketlerinden çıkarabildikleri bilgiler... Bizi ziyarete gelenlerin para ve giyecek göndermelerine müsade ediyorlardı. Bir de ziyaretçi bir pusulaya "şu kadar para gönderdim, nasılsın" falan yazıyor; biz de, "gönderdiğin parayı aldık, çok iyiyiz!" diye cevap yazıyorduk. Sanıklardan biri pusulaya, "kömürlüğü temizleyin!" diye birşey yazdı. Tabiî pusulaya hemen el konuldu ve evine gidip kömürlüğü komple boşaltıp altında silâh bulmuşlar. Bana 15 gün boyunca ruhî ve fizikî işkence devam etti. Sonunda bir şey çıkaramayacaklarını anlayınca, istediğim ifadeyi yazmaya başladılar. Þunu da söyleyeyim; "getirin boş kağıdı imzalayayım, siz istediğinizi yazın!" lafını kabul etmiyorlar. Eylemi izahlı ve kimle yaptığını inandırıcı bir şekilde anlatmanı istiyorlardı. 15 gün sonra rahatlar gibi olduk; fakat sırf bu rahatlığı bozmak için biziyine yukarıya çıkarıyorlar, "sizden birşey çıkaramadık, ama sizi rahat bırakmayacağız!" diye biraz işkence yaparak, tekrar yeni geçtiğimiz koğuşlara götürüyorlardı. Bu işkence tarzının, ruhi olmasından olacak, neredeyse diğerlerini aratacak ağırlığı vardı. Hatta böyle bir işkenceden gelen Adapazar'lı bir koğuş arkadaşımın sabaha kadar ağladığını hatırlıyorum. Hücrede 20 günümüz dolmuştu. Biz tutuklanıp cezaevine gönderilmeyi canla başla istiyorduk; çünkü orada sistemli işkence yoktu. Yani cezaevi, sorgulamanın yanında Hilton gibi idi. Belirli bir zaman dolunca, bizi bırakacaklarını söylediler. Önce inanamadık, savcıya gönderilmemizi istedik; çünkü bazı kişilere yapıldığı gibi, bırakıldıktan sonra tekrar gözaltına alınıp aynı işkencelerden geçebilirdik. Cezaevi daha emniyetliydi bizce. Fakat bizden, adresimizi değiştirmeyeceğimize ve bir daha hiç bir eyleme katılmayacağımıza dair imzalı bir kağıt alıp, askeriyenin arabasıyla Samandra sapağına kadar getirip bıraktılar.
Taraf: 20 gün boyunca işkence gördünüz ve sonra hiçbir şey olmamış gibi savcılığa dahi sevkedilmeden bırakıldınız... Bir hak ve zarar - ziyan talebinde bulunmadınız mı?..
Kâzım Albayrak: Evet, 20 gün boyunca ruhî ve fizikî işkence gördük. Ailemiz perişan oldu, işlerimiz aksadı. Zarar-ziyanımızı isteyecek bir merci yoktu. "Devlet sağ olsun!" diyemezdik, çünkü devlet bize zulmetmişti. Yanımdaki arkadaşıma sorgulamada, "hiç meyhaneye gittin mi?" diye sordular... "Hayır!" cevabını alınca, "ne biçim delikalısın, yat falakaya!" dediler. Sol görüşlülere ise böyle sorular sormayıp, Kur'anı Kerim'den bazı sureleri ezbere okumasını istiyorlar; okuyamayanları falakaya yatırıyorlardı. Bu geçen 20 günümün maddi ve manevi zarar - ziyanını hala unutmuş değilim ve hakkımı ömrümün sonuna kadar arayacağım.
Taraf: Fikrî ve siyasî bakımdan size bazı propagandalarda bulundular mı?
Kâzım Albayrak: Kesin olarak, siyasî polis, sanıkların kendi içlerindeki çelişkilerini fazlasıyla işlemeye çalışır ve bazı iftiralara da başvurur. Bize 1980 yılında, "Necip Fazıl ihtiyar, bunak!" şeklinde konuşanlar, 1991 yılının Þubat ay'ında İBDA-C örgütü iddiasıyla içeri alınan arkadaşlara, "Necip Fazıl mubarek adamdı; ama bu Salih Mirzabeyoğlu nereden çıktı, bu adam komünist!" şeklinde propanganda yapmışlar... Buna benzer metodları polis her zaman dener. Yine bu sorgulamalarda, duyduğumuza göre arkadaşlara, kitle-haberleşme amaçlı kurdukları KİP kısa adlı büroyu, "Komünist İslâmcılar Partisi" diye okutmak istemeleri buna bir örnek... Bu da tutmayınca, "KİP, PİK' in tersi, siz PİK' in başışınız!" diyorlar!..
Taraf: Siz bu kadar işkence gördünüz; işkence bir yılgınlık ve dönekliğe sebebiyet verebiliyor mu?
Kâzım Albayrak: İşkence bir iman sınamasıdır. Solda işkenceyle dönüş yapan liderler bile vardır; fakat gerçek fikir ve aksiyon kahramanları işkenceyle yılmaz ve mücadelesinden vazgeçmez... Bediüzzaman, Süleyman Hilmi Tunahan, Necip Fazıl buna örnektir ve hayatı ve mücadeleleri ortadadır!..
Taraf: İşkencede en çok zorunuza giden neydi?
Kâzım Albayrak: Ciğeri beş para etmez sadist ruhlu adamların karşısında, elin kolun ve gözlerin bağlı kalmaktasın. Yaşın, şahsiyetin ne olursa olsun, bu aşağılık işkencecinin küfürlerine muhatap olmaktasın; yoksa, bedenî işkence hiçbir şey ifade etmez... Çünkü insan belli bir noktadan sonra acı bile duymuyor, ya bayılıyor, veya uyuşuyor, hisleri iptal oluyor. Gözetim altındaki kişilere saçına-başına çekidüzen vermek için ayna ve yıkanmak için su vermiyorlar. Bu pislik ve işkencenin tesirinden sonra basına çıkartılıyorsunuz. Artık babanız da görse sizi tanımaz; "bunlar anarşist!" der. Bizim de, bu yoğun işkence sonunda polisin fotoğraf ekibi önden ve yandan fotoğraflarımızı aldı... Cani gibi çıktığımız kesin!..
Taraf: Hukukta ecr-i misil veya göze göz, dişe diş kuralı var; bu işkenceciler elinize geçse ne yapardınız?
Kâzım Albayrak: İslâm Hukukunda KISAS var; pek tabiî olarak 20 gün işkence yapar, sonra serbest bırakırdım. Bu benim en tabiî hakkım!..
5. LEVHA
VESAİRE
Nasıl yakalanmışım?.. Baştanbaşa Emniyet'in, "zaaf-ı telif" dedikleri, zaafının ifşaı mahiyetindeki "yakalama tutanağı"nı aşağıda aynen veriyorum.. Suç icad etmek için, iftira ve yalana başvuruluşunun vesikasıdır bu.
•
Uzun zamandan beri ilimiz ve Konya, Kahramanmaraş, Ankara, Trabzon ve Denizli illerinde İBDA-CEPHESİ adlı yasa dışı örgüte taban oluşturma faaliyetleri içerisinde olduğu yolunda duyumlar alınarak takip ve tarassut atına alınan örgütün Genel Başkanı olduğu anlaşılan Eskişehir nüfusuna kayıtlı Muammer Şerif oğlu 1950 doğumlu Salih İzzet Erdiş'in, 1.2.1991 günü gecesi bir yerde toplanarak örgüt mesuplarına örgütün yapacağı eylemlerle ilgili talimatlar vereceği yolunda duyum anlınması üzerine aynı gün takibe alınmış, saat 14.15 sıralarında idaresindeki (34-EBT-20) plakalı Doğan marka otosu ile evinden çıkıp, Üsküdar bağlarbaşı mevkii Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camiî önüne geldiği sırada Trafik kesafetinden faydalanıp, kaybettirebileceği gözönünde bulundurularak otosu durdurulmuş, polis olduğumuz söylenerek arabaya davet edilmiş, yapılan bu davete icap etmeyip, kaçmaya kalkmış ve biz görevlilere karşı mukavemet gösterip galiz küfür savurmaya başlaması üzerine kendisine zor kullanarak yakalanıp, polis otosuna alınmış olup, işbu yakalama tutanağı yapılacak tahkikata esas olmak üzere tanzimle imza altına alınmıştır. 1.2.1991, saat 16.30
•
"Yapılacak tahkikata esas olmak üzere tanzimle imza altına alınan" YAKALAMA TUTANAĞI, benim "Örgüt mensuplarına örgütün yapacağı eylemlerle ilgili talimatlar vereceğim" yolunda bir yalana başvururken, buna kaçmaya çalıştığım yalanını da eklemekte, hem tahkikata esas"ın sahtekarlığını ve dolayısiyle tahkikatın temelsizliği bakımıdan aslında geçersizliğini, hem de istihbaratın perişanlığını ortaya koymaktadır... Üstelik bu yakalama tutanağı, belirtilen tarihte değil de, Savcılığa sevkimizden bir gün önce, geceyarısı saat 3-4 arası uykudan kaldırılarak ne olduğunu doğru dürüst anlayamadan imzalatılmış, yani o gece tanzim edilmiş ve usul "usulen" yerine getirilmiştir!..
•
Dışarıda bir gücü olmadığı için silâhını ikide birde kendi halkına çeviren ordu gibi, hukukî hiçbir hakkı olmadığı hâlde, dışarıda belli bir rolü ve mevzuu olmadığından dolayı, varlığını ve itibarsızlığını içte "güya istihbarat"la temine yeltenen bir istihbarat teşkilâtı, devlet adına başlıbaşına bir "zaaf-ı telif" mevzuudur... Düşünün ki, bir vatandaş kaçırılıyor, (çünkü MİT'in görev alanı değil), ve onun nerede olduğunu yakınları, hem de devletin en yüksek kademelerideki insanlarla araştırmalarına rağmen bulamıyor!... Bu husus, faili mechul cinayetler hakkında çok şey söylemeli!.. Ve vatandaşın, kendisine kimlik gösteremeyen bir takım adamlar karşısında ne türlü tavır takınması gerektiğini kestirememesi bakımından doğan sakıncalar?.. Öyle ya; önünü bir takım silâhlı adamlar kesiyor... Sizi öldürmek veya kaçırmak isteyen karşı örgüt elemanları mı, şahsî husumete mevzu bir tertip mi, hırsız mı, uğursuz mu?..
•
MİT adam kaçırıyor, (çünkü içte birşey yapmasa dışta yapabildiği bir şey yok); ve ardından kanun dışı olarak kanunsuz (!) faaliyetleri, kanunda yeri olmayan işkence ile sorguluyor!.. Ötesi de, işi kitabına uydurmaya kalıyor: Yakalanan adamı Siyasî şube yakalamış gibi yapıyorlar!.. Sorması ayıp olmasın ama, eğer bu işi MİT yapacaksa, Siyasî Şube'nin durumu ne?..
•
Benim ortadan kaybolmamdan sonra, hastahane ve polis merkezlerine başvuran yakınlarımın dışında, iş İçişleri Bakanlığı'ndan sorulmaya kadar varıyor... Çeşitli kademelerde "aman bu işi kurcalamayın, bu iş bizi aşıyor!" garip cevabının ardından İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu da aynı cevabı veriyor:
-" Bu iş beni aşıyor!"
Düşünün ki, bu iş İçişleri Bakanı'nı aşıyorsa, o halde bilineni söylemekte bir mahzur yok demektir:
-"Öyleyse bu işler CİA'dan sorulmalı!.. Ve siz de onun mahkumusunuz!" Artık söylemeye gerek var mı bilmem ama, kendi ifadesiyle bu iş istanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağarı da aşmış!..
•
Biz Bayrampaşa Ceza ve Tutukevi'nde iken yayına giren Taraf dergisi, Siyasî Şube'de iken tabiatiyle haberimiz olmayan bir hadiseyi aktarıyor ki, muhatap olduğumuz sorgulamalar boyunca söz konusu olan hadiseleri anlatışımın sıhhatini göstermesi bakımından ayrıca mühim:
-"İBDA Kumandanı Salih Mirzabeyoğlu'nun Siyasî Şube'ye alınmasından sonra, Gayrettepe'deki Siyasî Şube binasında olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı, giriş ve çıkışlara barikatlar kurulduğu, giriş çıkış yapan görevlilerin dahi itina ile arandığı da daha sora Hürriyet Gazetesi'nde yer alan bir haberden öğrenildi."
•
Kıvam Hukuk Bürosu'nun hadiseyi değerlendirmesi ise, hukuksuzluğun başka çehrelerini de gösterir mahiyette... Yayınladıkları bildiride, özetle şöyle diyorlar:
-"Hukukun üstünlüğünün ve kanun hakimiyetinin varlığından iktidar tarafından sıkça söz edildiği bir ortamda, Türk Hukuk Mevzuatının uluslararası sözleşmeler çerçevesinde daha demokratik bir çehreye kavuşturulması çalışmalarının yoğunlaştığı günümüzde, bir hukuk adamının (Harun Yüksel) gece apar topar evi aranarak gözaltına alınması ve günlerce haber alınamaması ayrıca dikkate değer bulunmaktadır.
Her zaman olduğu gibi bu tür baskınların biz hukukçuları sindirmek yerine azmimizi bileyeceğini, hukuk savaşından zerre taviz vermeksizin hak ve doğru bildiğimiz yoldan sapmayacağımızı da duyururuz.
Gözaltındaki arkadaşımız Avukat Harun Yüksel ve Müvekkilimiz Salih Mirzabeyoğlu ile görüşmek üzere İstanbul Barosuna mensup avukatlarla İstanbul DGM savcılığına yaptığımız başvuru olumlu karşılanmış ve görüşme talebimiz hususunda izin verilmiştir. Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı genelgeleri çerçevesinde prosedür takip edilerek alınan bu izin, polisin keyfî uygulamaları neticesinde, "bugün yorgunuz, amirimiz yok, başka zaman gelin" gibi sözlerle akamete uğramış ve sözde demokratikleşmenin bu polisin elinde uygulanamazlığı gün yüzüne çıkmış ve yapılan çalışmaların göz boyama olduğunu bize göstermiştir. Bu kanunsuz uygulamaların "hukuk devleti"nden "polis devleti"ne doğru tehlikeli gidişin bir adımı olması da endişelerimizi arttıran bir diğer husustur. Polisin, hukuku, kanunu, mahkemeyi ve savcılığı hiçe sayan tutumunu da protesto ediyoruz."
İstanbul Barosu'na mensup bir grup avukat da, DGM savcılığı nezdinde girişimlerde bulunmuş, aldıkları görüşme izni ise polis tarfından çeşitli sudan bahanelerle kullanılamamıştır.
•
Ve yine Taraf dergisinden, İBDA'dan ne türlü korktuklarını ve karalama adına ne kadar zavallılaştıklarını gösteren bir haber:
-"Polisin, sorgulama esnasında, sempatizan seviyesinde gördükleri kişilere Mirzabeyoğlu hakkında yoğun karalama propagandası yaptığı da öğrenildi. Çeşitli cemaat ve kitabevi çevrelerinde de bu propagandalarını bazı safdil müslümanları da alet ederek yaymaya çalıştıklarını da öğrenmiş bulunuyoruz. Polisin, televizyondan ve basından "gün gün, saat saat tutulmuş eylem günlüğü" olarak lanse edilen, Mirzabeyoğlu'nun yayına hazır 6 ciltlik "Tilki Günlüğü" isimli romanının 1. cildinde geçen bazı ifadeleri çarpıtıp gerçekte olmuş gibi göstererek, Mirzabeyoğlu'nun "namaz kılmadığı, cünüp Cuma namazı kıldığı, komünist olduğu, PKK'nın başı oluğu, kitaplarını kimse anlamasın da kendini büyük sansınlar diye anlaşılmaz şeylerle doldurduğu, ruhî dengesinin bozuk olduğu, Bayrampaşa Cezaevi'nde aynı koğuşta halen beraber kaldıkları PİK davasından tutuklu müslümanlarla devamlı kavga ettiği" ve benzeri bir yığın hezeyanı müslümanlar arasında yaymaya çalıştığı da bize ulaşan haberler arasında. "Müslüman ahmak olmaz!" hadisi mucibince, ahmaklar bir yana, müslümanları uyarmaya gerek var mı?"
•
Basın ve MİT-Siyasî Şube işbirliğinin tipik örneği, bizim davamızda da görüldü; ve basın ve fikir hürriyeti adına salya sümük demokrasiye methiyeler düzen adamların, ne kıratta karakter sahibi oldukları bu vesileyle tekrar ifşa oldu... Büyük puntolarla "Irak Casusu Örgüt" diye hadiseyi veren Milliyet Gazetesi"nden aynen:
İstanbul Siyasî Polisi'nce gerçekleştirilen bir operasyonda, yasadışı dinci İbda-Cephesi örgütü militanı oldukları öne sürülen 17 kişi yakalandı.
Bu kişilerin, İstanbul'da birçok kez "savaşa hayır" ve "türban" gösterilerini gerçekleştirdikleri, ayrıca, Konya ve Kahramanmaraş'taki örgüt militanlarının askeri birliklerin durmu ile ilgili olarak Irak Gizli Servisi'ne bilgi sızdırdıkları öne sürüldü.
İstanbul Emniyet Müdürlüğü"nden yapılan açıklamaya göre, bazı şeriatçı kişilerin Fatih Karagümrük Fevzipaşa Caddesi Dersiam Sokak 3 numaralı evde gizlice toplandıklarını öğrenen polis, evi gözetime aldı. Eve gelip gidenlerin, Türkiye'de silâhlı mücadele yolu ile laik devleti yıkarak yerine Türkiye'de teokratik düzene dayalı federe devletlerden oluşan Birleşik İslâm Devleti kurmayı amaçlayan İbda-Cephesi adlı örgüt militanı oldukları belirlendi. Bunun üzerine düzenlenen baskınlarda, örgütte "Kumandan" kod adını ve "Salih Mirzabeyoğlu" takma adını kullanan Salih İzzet Erdiş başta olmak üzere, Harun Yüksel, Mevlüt Koç, Ali Osman Zor, Ünsal Zor, Bilâl Saylak, Mustafa Yaşar, Tunçalp Atay, Nurettin Güzel, Süleyman Dal, Burak Çileli, Ahmet Arslan, Ferhat Taşkın, Hüseyin Karataş, Ali Kiracı, Kadir Takış, Ahmet Altunbaş gözaltına alındılar.
Yakalananların ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda, 4 tabanca, 185 mermi, 3 tabanca şarjörü, 4,5 metre saniyeli fitil, 4 kapsül, başka illerdeki örgüt militanlarının fotoğraflarının bulunduğu albüm ve çok sayıda örgüte ait döküman ele geçirildi. Ayrıca örgütün lideri olduğu öne sürülen Salih İzzet Erdiş'in evinde de, "Tilki Günlüğü" adını verdiği, örgütün bazı eylemlerini nasıl yaptığını gösteren el yazması notlar bulundu.
ÖRGÜTÜN EYLEMLERİ
Gözaltına alınanların sorgulamaları sonucu şu eylemleri gerçekleştirdikleri saptandı:
l8.10.1989 tarihinde Sultanahmet Meydanı'nda türbanla ilgili olarak toplantı ve yürüyüş yapmak.
l 24.11.1989 tarihinde Ayasofya Camii'nin ibadete açılması için Sultanahmet Camii önünde toplantı ve yürüyüş yapmak.
l 17.3.1990 günü İbda-Cephesi ile ilgili yazdığı eleştirileri sebebiyle Zaman Gazetesi Başyazarı Fehmi Koru'nun örgüt liderinin verdiği talimat sonrasında İstanbul'dan Ankara'ya gönderilen militanlarca dövülmesi.
l 14.12.1990 günü Kağıthane İmam Hatip Lisesi binasına camdan girerek bina içerisine örgütün imzasını taşıyan yazı yazılması.
l 25.1.1991 günü Beyazıt Camii'nde Cuma namazı sonrasında Körfez Savaşı bahane edilerek korsan gösteri düzenlemek.
l Örgütün ayrıca Konya, Kahramanmaraş, Denizli, Ankara ve Trabzon illerinde de faaliyet gösterdiği ve buralarda da eylem yaptığı bildirildi.
IRAK HESABINA CASUSLUK
Gözaltına alınanların sorgulamalarının sürdüğünü belirten yetkililer, "Yapılan eylemleri belirledik. Bunun yanında örgütün Konya ve Kahramanmaraş'taki elemanları aracılığıyla Körfez Savaşı sebebiyle güneydoğuya kaydırılan birliklerle ilgili bilgi toplayarak Irak Gizli Servisine aktardıkları konusunda duyumlarımız var. Bu konuyu da araştırıyoruz" diye konuştular.
Operasyonların İstanbul, Konya, Kahramanmaraş, Denizli, Ankara ve Trabzonda da yapıldığını belirten yetkililer, şöyle eklediler:
-"Bu arada örgütün kumandanı olan ve Salih Mirzabeyoğlu adını kullanan kişi askerlik görevini yapmamış. Bedelli askerlik kararını aldırdıktan sonra adının Aziz olduğunu belirlediğimiz bir kişiye 1.5 milyon lira vererek askerliğini bu kişiye yaptırmış. Operasyonlar ve sorgulamalar devam ediyor. Aranan birçok kişi var."
SUÇLAMALARI REDDETTİ
Örgütün lideri olduğu bildirilen ve "Salih Mirzabeyoğlu" adını kullanan Salih İzzet Erdiş ise, haklarındaki tüm suçlamaları reddetti. Gözaltındaki öteki kişileri tanımadığını öne süren Erdiş, "benim ne silâhlarla ilgim var ne de başka bir şeyle. Tilki Günlüğü ise benim yazdığım bir romanın el yazması notları. Bunlar bir eylemin notları değil. Bize yöneltilen hiç bir suçlamayı kabul etmiyorum" dedi.
•
MİT'le basın işbirliği veya MİT'in basındaki uzantısı mevzuunda tipik bir örnek de, Hürriyet gazetesi vesilesiyle görüldü... Hürriyet gazetesi, "Tilki Günlüğü" isimli romanımın mahiyetini şöye açıklıyordu:
-"Örgüt eylemlerinin bulunduğu ve genel başkan Salih Mirzabeyoğlu'nun kaleme aldığı el yazması "Tilki Günlüğü" adlı notlar da ele geçirildi. Notlarda, örgütün hedefinin, silahlı mücadeleye girilerek, laik düzenin yerine teokratik sisteme dayalı, federe devletlere ayrılmış bir İslâm Cumhuriyeti olduğu anlaşıldı."
Ardından, aynı gazete, Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçildikten sonra sırf müslüman olduğu için tepkileri çeken ve kendisiyle uğraşılan arkadaşım Haşim Kılıç hakkında, MİT ve Siyasî Şube'deki işkenceler sırasında bana sorulan sualler doğrultusunda şu haberi geçiyor:
-"Anayasa Mahkemesi'nin "tarikatçılık"la suçlanan tartışmalı üyesi Haşim Kılıç'ın 12 Eylül öncesinde İslâm devrimi için silâhlı mücadele veren bir grubun yayın organı olan Gölge Dergisi'nin Ankara Temsilciliğini yaptığı belirlendi. Radikal İslâmcı derginin 7. sayısının da Atatürk'e hakaret edildiği gerekçesiyle toplatıldığı öğrenildi. 1976 yılı içinde 10 sayı çıkarıldığı belirlenen derginin tüm sayılarında İslâm devrimi için silâhlı mücadele çağrısı yapılıyordu."
Ama nedense, rahmetli Üstadım'ın Cumhurbaşkanı Turgut Özal'a yazdığı mektup basına sızdırılmıyordu!..
Bana da iade edilmedi!..
•
Mart 1991... Uluslarası Af Örgütü, önceki gün Türkiye ile ilgili olarak yayınladığı raporda, "Gözaltına alınanların gözaltı ve sorgulama süresince avukatlarıyla görüşmelerinin" kanunî bir hak olmasına karşılık son 9 ay içindeki 271 gözaltı olayında sadece 8 kişiye avukatlarıyla görüş izni verildiğini belirtti.
İşkence sebebiyle gözaltındayken hayatını kaybedenlerin sayısının da son aylarda önemli bir artış gösterdiği belirtilen raporda, Af Örgütü'ne 25 Kasım 1990 tarihinden bu yana 9 şüpheli ölüm olayının bildirildiği açıklandı.
Raporda, polis ve savcılığa tanınan yetkilerden dolayı gözaltında şüpheli ölümlerin yeterince araştırılmadığı ve işkencenin kontrol altına alınamadığı öne sürüldü.
Türk Ceza Muhakemeleri Usulü kanunu'na göre, gözaltındaki kişilerin avukatlarıyla görüşme hakkı olmasına rağmen, yetkililerce çoğu kez görüşün engellendiğini açıklayan Af Örgütü, buna gerekçe olarak da soruşturmanın gizliliğinin gösterildiğini belirttiler.
Af Örgütü, sorgu sırasında avukatların da müvekkilerinin yanında olmalarının işkenceyi önleyici bir tedbir olmasıyla birlikte, polisin hatalı ifade almasının da önüne geçecek etkili bir metod olduğunu açıkladı.
İstanbul barosu Başkanı Avukat Turgut Kazan'ın "Türkiye'de işkence devam ediyor. Hükümetin uluslararası bazı anlaşmalara imzalar atmasına rağmen gerçekte hiçbir şey değişmedi" dediğini kaydeden Af Örgütü, elinde Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin birçok kez sorgu sırasında müvekkilerinin yanında bulunmak isteyen avukatlara olumsuz cevap verdiğinin delilleri olduğunu belirtti. Ayrıca sorgu sırasında avukatların da bulunması Türkiye gibi ülkelerde büyük bir önem taşıdığını vurgulayan Af Örgütü, işkencenin önlenmesinde gözaltı süresinin de üzerinde durulması gereken bir nokta olduğunu belirtti.
Af Örgütü, Türkiye'de kanunî gözaltı süresinin 15 gün olmasına rağmen, olağanüstü hâl bölgelerinde bu sürenin 30 güne kadar çıkarıldığını belirtti.
•
Faili meçhul cinayetler serisinden ve "adam kaybetme" veya "kaybolan adamlar" cümlesinden olmak üzere serdettiğim görüşlerimi, yani resmi kılıklı kanunsuzluğu sergiliyen çeteyi bütün hüviyetiyle gösteren bir hadise daha:
Sağmalcılar Cezaevi'nde tutuklu bulunan Mehmet Ali Çelik yazılı bir basın açıklaması yaparak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Siyasî Şube ekipleri tarafından 23 gün önce gözaltına alınan Yusuf Erişti'nin "kaybolduğu" veya "öldürüldüğünü" öne sürdü.
Erişti'nin 14 mart Perşembe günü saat 8.20'de Belgradkapı civarında gözaltına alındığını belirten Çelik, gözaltına alınma sırasında Erişti'nin bir polisin kendisine tekme attığını söylediğini ve tekme atan polisi gösterdiğini açıkladı. Emniyette bulunduğu sırada kendisine Erişti'nin resminin gösterildiğini belirten Çelik, başka bir odada bulunan Erişti'nin "hayır, size hiçbir şey söylemeyeceğim!" dediğini duyduğunu da kaydetti. Polislerin Erişti'nin üzerinde çıkan notların bir işe yaramadığını belirten Çelik, açıklamasında şöyle dedi:
-"15 Mart günü akşamı bana gösterilen resimlere bakıyordum. İçeri birisi girdi ve "işi tamamladık, bu ikisini götürelim mi?" dedi. Tim şefi Fikri Işınkaralar da, "iyi, bunlar için savcılığa bildirimde bulunduk!" diye cevap verdi. Bu sözlerden Yusuf Erişti'nin öldürülmesini kastetdiği sonucunu çıkardım; çünkü Yusuf Erişti kayıtlara hiç geçirilmemiş, gözaltına alındığı bile gizlenmişti. Şubeden DGM'ye getirileceğimiz sırada "bizimle birlikte Yusuf Erişti de gözaltına alınmıştı. O nerede?" diye sorduğumda, "öyle birini almadık!" dediler. "Ama bana resmini gösterdiniz, o zaman aldık dediniz ve sesini duydum!" dediğimde, "kes sesini, kaçtı işte!" diye cevapladılar."
Emniyet Müdürlüğü yetkilileri, bu mevzuda herhangi bir bilgileri olmadığını, Yusuf Erişti'nin "gözaltına alınmadığını" belirttiler.
Bayrampaşa Ceza ve Tutukevi'nde 5 nisan 1991 günü kaydettiğim bu olay, sadece bugünün değil, yarının da meselesi olacaktır ve bunu bilmek için kahin olmaya gerek yoktur!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder