ADIMLAR
"1974'DEN 1996'YA"
Salih Mirzabeyoğlu - 1991
"PANİK OPERASYONU” – NECİP FAZIL’I ANMA
DEDİM – Hâdisenin dış yüzüne hikâye etmek uzun sürer... İçyüzüne gelince: Allah, isterse Kâinat’ı bir sineğin kanatlarında da taşıtır hikmetinin tecellisi hâlinde, düşman ve münafık elinde, onların “engelliyorum!” zannı içinde, İBDA fikriyatının muhteşem bir hurucudur!.. “İBDA, hâdiselerin kendisini takip ettiği bir ruh ve keyfiyet mihrakıdır!” hükmünü bir kere daha delillendiren bir dava!.. Görüldü ki, bize karşı girişilen provokasyonlar, ateş üzerine benzinle gitmek gibi bir tesir yapar!.. Üstadım’ın gözleriyle hâdiseyi değerlendirdiğim zaman, söylenecek tek söz şudur: “İşte şimdi ocak kızıştı!”... Biliyorsunuz Allah Resûlü, Huneyn gazasında İslâm ordusunun bir ânlık dağılışını tek başına ileri atılışla taarruza döndürürken böyle demişti... “İşte şimdi ocak kızıştı!”... Kendisine yapılacak işkence sırasını beklerken, “Kumandan’a işkence yapıyorlar!” diye ağlayan gençleri görünce, kalbime taşkın bir heyecanla bu mâna dolmuştu... Üstadım, orada arkadaşlarımın ve gençlerin gösterdiği vakar ve aşk tavrını görseydi, ne kadar gurur duyardı... Elbette gördü!..
DEDİ – Orada başka ne gibi tesbitleriniz oldu?..
DEDİM – Bahsimiz Necip Fazıl... Şimdi Büyük Doğu idealinden, cemiyet ve insan anlayışından birkaç madde işaretlemem, uçurumun dibinde yaşayan insan ve cemiyet iklimimize, dağın doruğunu hayâl ettirebilir... Büyük Doğu idealinde, “saadetini ne yapıp yapıp kötüyü bulmakta değil, ne yapıp yapıp kötünün bulunmadığını bulmakta arayan polis”: Yâni, meslekî başarı cehdiyle suç icadına varan ve işkencelerden geçirdiği yüzde doksanı suçsuz insanları kendine düşman eden, yakaladığı adamın suçsuzluğundan dolayı üzülen anlayışın tam tersi... Ve Büyük doğu idealinde: “Polisi, kendi mesleğinin tesadüfen aksini temsil etmeye memur bir yoldaş sanmayan hırsız!”... Farkındasınız; bir ifâde çevikliği içinde, hırsızdan bahsederken, polisin ne olması gerektiğini belirtiyor... Sonra da şu: “Polisle korkuttuklarına karşılık, polisi korkutmak ceberrutu yerine, ona hak takipçiliğini telkin eden hükümet!”... ve ekliyor: “Bunlar oldu mu, hükümet tamamdır!”... Bugünkü halimize bakıp, neyin tamam olup neyin tamam olmadığına dair bir hüküm çıkarabiliriz!..
DEDİ – Hâdiseler sizi yıldırmaktan çok, coşturmuşa benziyor...
DEDİM – İlâhi hikmetlere göz atmayı bilmek lâzım... Allah, nelerin içinde ne imkânlar sunar, neleri nelere vesile eder... Meselâ, Irak ve Batı dünyası arasındaki Körfez savaşında olduğu gibi, gebe olduğu hâdiseler zemini bakımından, mağlubiyetten beter zarara yol açan galibiyetler vardır... Ve yine mahkûm ve mağdur durumlar vardır ki, içinde en büyük zafer tohumları saklar!..
DEDİ – Bu söz bana, Üstadımızın sizin hakkınızdaki ısrarını hatırlattı... Kendisi de münafık ve kâfir soyuyla ademe mahkûm edilmeye çalışılmış Üstadımız, size ısrarla “görünmen lâzım!” demişti... Okuyucularımıza, sizinle röportaj yapan Yalçın Turgut olarak kendimi ifşâ ettikten sonra, bu sözün yakın şahitlerinden ve hikmetini ileriki yıllarda daha iyi gören biri olduğumu söylemeliyim... Bir nevî, kim ne hainlik ve hased tavrı içinde olursa olsun, İBDA’nın önlenemez yükselişi sözkonusu oldu... “Doğru yol” anlayışı hâlinde İslâm’ın!..
DEDİM – Güzel bir teşhis; “doğru yol”... Necip Fazıl bu demektir zaten: İdeali aramayla – toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını, hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... “İslâma muhatab anlayış”ın, aşkını, vecdini, diyalektiğini ve estetiğini örgüleştiren adam... Bir sanat adamı olarak, şu sözümden ayrıca zevk duymalısın: “Şair her yerde demektir!”... Şairin mânâlarından biri de bu!..
DEDİ – “İslâma muhatab anlayış” davası ile şu “şiir idrakı” üzerinde biraz dursanız...
DEDİM – Önce şöyle formüle edeyim... Mücerret mânâda “ilim”, “bilme” demektir... “Bilme”nin hakikati de, feraset ve anlayış, basiret ve kavrayışta... Bunun uç noktasında da “şiir idrakı” var... Ve insanın bilgilenme süreciyle eşdeğer olan hürriyetin sonsuzluğunca sonsuz hayret!.. Bu dilden anlayan adam, “İslâma muhatab anlayış” davasını da anlar, “ehli sünnet yolu” davasını da anlar!..
DEDİ – Kısa kısa işaretler verseniz...
DEDİM – Pek çok şey ezbere bilindiği için, esasına vakıf olunmadan ezbere cinsinden konuşuluyor... Bu yüzden de İmam-ı Gazalî Hazretlerinin söylediği, “insan, bilmediği şeyin düşmanıdır!” hikmeti çerçevesinde, bir nevî hakikat ve hikmet düşmanlığı tecelli ediyor... Önce, “İslâm selâmet dinidir!” derken, felâh, yâni kurtuluşun, “dindeki gizliliklerin açık edilmesi” mânâsına geldiğini anlamak lâzım... Zaten “Sûre” de, usûlünce gittikçe, muhatab idraka nisbetle kendini ele veren sonsuz mânânın kelâm klişesinde hapsidir... “Fıkıh” da, kapalı bir şeyin hakikatine nüfûz edebilmenin usûlü; bugün bilinen veya bilindiği zannedilen mezheb ve ilim hakikatinden önce, mücerret mânâsıyla “idrak ve anlayış” demektir... İdrak ve anlayışın bu gayeyle ölçülendirdiği usûl... Demek ki, bugünün anlaşıldığı mânâsıyla fıkıh, genel anlamının yanında hususîleştirilmiştir... Bahsimiz Necip Fazıl ve usûlümüz de vesilelerle mesele konuşmak olduğuna göre, şurada çıkardığım notlarda bunun üzerinde durayım isterseniz... Bilmem okumam gerekir mi?.. İsterseniz notları alın, kaset çözümünde yerine koyun... İsterseniz bir işaretle geçeyim bu bahsi... Okuyayım mı?..
DEDİ – Çok faydalı olur... Zaten bizim gayemiz de, soylu bir zeminde Üstadımızı anmak, yoksa ölü ağlayıcılarına mahsus bir yerde konuşmak değil...
DEDİM – Bugün kim “Fürû-u fıkıh”ın inceliklerini bilir ve onlarla meşgul olursa, ona “fakih” derler. Halbuki Birinci Asırda, ahiret yolu ve “nefsin ayetlerinin incelikleri bilgileriyle” amelleri bozan şeyleri bilmeye, dünyalığa kıymet vermeyip – ahiret nimetlerine bağlanmaya ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına “Fıkıh ilmi” denirdi... Nitekim Allah, şu Ayet’te bunu açıkça göstermektedir:
"Dinde fakih olup, kavim ve kabileleri döndüğü zaman, onları korkutmaları için.”
Korkutmak kendisiyle mümkün olan; işte bu fıkıhtır... Yoksa “talâk, itak, li’an, selem ve icare” meselelerini bilmek değildir; çünkü bu meselelerle ne çekindirme ve ne de korkutma olur. Belki yalnız bunlarla uğraşmak, kalbin korkusunu azaltır ve kalbi karartır; nitekim bunlarla uğraşanlarda olduğu gibi... Bu gibiler hakkında Allah şöyle buyuruyor:
-"Onlar için kalbler var ki, o kalblerle anlamazlar."
Buradaki "fıkh” kelimesinden, “fetvaları anlamazlar” değil, imânın ne demek olduğunu anlamazlar mânâsı murad edilmiştir. Ömrüme yemin ederim ki, “fıkh” ve “fehm-anlayış” kelimesinin ikisi de lûgatta bir mânâdadır. Araplar arasında eski ve yeni şivelerde ikisi de bir mânâda konuşulur:
- "Bu ise, anlayışlı bir kavim olmadıklarındandır.” (59-Haşr:3)
Allah’tan korkularının azlığı ve insanların saldırılarını büyütmeleri, fıkıh azlıklarına havâle ediliyor. Bak bakalım, bunların “fakih” olmamaları, fetvaların çeşitlerini bilmedikleri için mi, yoksa bizim anlattığımızı bilmedikleri için midir?.. Peygamber Efendimiz kendisini ziyârete gelen bir cemaat hakkında fıkıh meselelerini değil, imân, amel ve ahlâk esaslarını öğrenmelerini ve iyi hasletlerini anlatmaları üzerine, “Âlimdirler, hakîmdirler, fakihdirler!” buyurmuştur; halbuki bunların hiçbiri diğer mânâda fıkıh meselelerini bilmezlerdi. Zührî Kabilesi’nden İbrahim oğlu Sâd’a (R.A.), “hangi şehir halkı fakihtir?” diye soruldukta, “Allah’tan daha çok korkan!” diye cevab vermekle, fıkhın neticesine işaret etmiştir. Çünkü ilmin bâtınî neticesi fetva hükümleri değil, takvadır.
DEDİ – Sanıyorum, Üstadımızın şiirindeki “korku” motifinin anlaşılması gereken yönleri burada... Şu mezhebler meselesine de temas etseniz...
DEDİM – Evet; İmamı-ı Gazâlî’den çıkardığım bu notta, Üstadım’ın şiirine hâkim olan korku ve hafakan sırrı da görünüyor... “Benim şiirimdeki korku, öcü ve umacı korkusu değil ki; gaibi kurcalamak?” diyordu ya... Tabiî o böyle diyedursun, “Necip Fazıl’ın şiirlerine korku ve hafakan hâkimdir; halbuki filânca, kasabadan temiz hava getirdi!” diye değerlendiriliyordu... Onun şiirlerinde, “otel odaları, dehlizler”den filân bahsediyormuş, bir arayış belirtiyormuş, bu bakımdan İslâmî değilmiş... Tabiî ben neyin ne olduğunu anlatınca, herkes küstü!.. Neyse... “İslâma muhatab anlayış”ın bir yönüyle ne olduğu, daha doğrusu ne olmadığı da anlaşıldı sanırım... Meseleler içiçe, biz de kısa kısa işaretlerle geçmek zorundayız... Mezheb; bilindiği üzere, -gerçi pek çok meselede olduğu gibi, ben üzerine büyüteç tutup meçhûlden kurtarmasam bilindiği de yoktu ya-, “yol” ve “zann” demek... Umumiyetle “zan” deyince, işin “ihtimâl” mânâsı anlaşılır da, “kat’iyyet ve şüphesizlik” mânâsı bilinmez... Şöyle bir misâl vereyim: “Zannediyorum ki şu çekmecede kalem var!” desem ve çekmece açılınca orada kalem bulunsa, bu “zan” keyfiyeti kat’iyyet ifâde eder... Hayatın, imkân ve ihtimâllere açılan arazdan yürüdüğü hakikatini bilenler, mezheblerin doğuş hikmetini anlayacakları gibi, zaruretini de kestirirler: Hakikatiyle mezhebler, İslâm’a muhatab anlayışın doğru yolu üzerinde, esasta değil de, “esası zedelemeyici” bir takım teferruat noktalarında ve “rahmete vesile ihtilâf sırrı” içinde farklılık gösterirken, farklılıklarında birbirlerine halef olucu ve iltica edici geçit noktaları bulan bir birlik arzederler... Alevîlik ise, bu mânâda bir mezheb değil, sapık bir koldur... Hazret-i Ali’yi sevme zannı etrafında, gerçekte sahabeye ve Hazret-i Ali’nin hakikatine ihânet içinde bulunan bir zümre; ruhî gıdaları da Rahmanî değil, Şeytanî... Üstadım’ın güzel bir misâli var: “Hazret-i Ali sevgisi, Sünnet ve Cemaat ehli ölçüsüne bağlıdır; ve tıpkı Musa ve İsâ Peygamberlerin gerçek kıymet ve hakikatlerini bulmak isteyenlerin; bunu Yahudiler’de ve Hıristiyanlar’da bulmak yerine İslâm’da görmek mevkiinde olmaları gibi!”... Bu incelikler çerçevesinde, Büyük Doğu’nun kendisini izâhını, benim ağzımdan röportajın sonuna koyarsınız...
DEDİ – Müsaade ederseniz, Üstad’ın “Büyük Doğu”yu tanımlaması sohbetimizin de noktalanması olsun...
DEDİM – (Büyük Doğu, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezheb, ne de yeni bir içtihad kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifâdelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyete yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti 21. Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı.)
1991